Bu yazı Kaan Budak tarafından hazırlanmıştır.
Tarihte genel olarak Japon ve Çin medeniyetleri arasında bir tampon bölge şeklinde görünen Kore yarımadası; bu iki medeniyetin mücadelesinde pek çok kez hedef haline gelecektir. İki devlet için de diğerine geçiş için bir köprü olarak değerlendirilen Kore; pek çok kez bu iki devletten birinin hakimiyetini tanımak zorunda kalmıştır.
Japonya, 1868 yılından itibaren Meiji Restorasyonları ile o dönem dünyada tartışmasız bir egemenliği bulunan Batı Medeniyeti’ne ayak uydururken bir bakıma “oyunu kurallarına göre oynamaya” başlıyordu. Japonya şaşırtıcı bir şekilde daha önce çok kısıtlı bir şekilde etkileşime girdiği bu medeniyete hızla entegre olmasıyla; tıpkı Avrupa’da bulunan devletler gibi kendisi de bir nevi sömürge arayışına başladı. Birden çok adadan müteşekkil bir devlet olması itibariyle hem kendi anayurdunun güvenliği hem de anakaraya yapılacak bir yayılma için kendisine en yakın kıta bölgesini hedef almak konumundaydı. Bu bölge tabii ki öncelikle Kore, sonrasında ise Mançurya bölgesiydi.
Japonya’nın bu bölgede en büyük rakibi o dönem için sanıldığı gibi Çin değil, Rusya olacaktır.
1856 Kırım Savaşı ile yenilgiye uğrayan Rus Çarlığı bir müddet yayılmacı politikalarında hedeflerini Uzakdoğu ve Orta Asya bölgelerine çevirmişti. Rusya’nın bu bölgenin hakimiyeti için yaptığı en büyük girişimlerden birisi; şu an bile dünyanın en uzun demiryolu kabul edilen ve Moskova ile Vladivostok şehirlerini birleştiren Transsibirya Demiryolu olacaktır.
Böylece Uzakdoğu’da yayılmacı olarak rol almaya çalışan iki ülke, ortak bir hedefe kitlenmeleri nedeniyle karşı karşıya gelecektir. Burada değinilmesi gereken hususlardan birisi de Birleşik Krallık ile Rus Çarlığı arasında meydana gelen “Büyük Oyun”dur. Genel itibariyle Doğu sömürgeleri üzerinde yapılan çekişmeye işaret eden bu “oyunda” Transsibirya demiryolunun tamamlanması ile Rusya kazanan yola artık trenlerle gitmeye başlıyordu. Demiryolu o dönemde nispeten genç bir ulaşım yöntemi olmakla birlikte İngiltere’nin denizdeki üstünlüğüne bir alternatif ve uzak bölgelere yapılacak lojistik faaliyetlerde muazzam bir gelişme olarak görülüyordu, hülasa askeri anlamda dönemin en başta gelen stratejik kazanımlarındandı.
Bu durum içerisinde İngiltere’nin de Rusya’ya karşı Japonya’ya politik destek vermesi 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’nda kazanan tarafın Japonya olmasında önemli bir faktör olmuştur. Bahsedilen savaştan sonra 1910 yılında Japonya tarafından resmen ilhak edilen Kore; 1. Dünya Savaşı, İnterbellum dönemi ve 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Japonya hakimiyetinde kalmıştır.
Kore Sorunu’nun Küresel Arkaplanı
1945 senesinde İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine yakın bir dönemde Japonya’nın teslim olmayan son ülke olması nedeniyle müttefik devletler bu ülke üzerine yoğunlaştılar. Amerika ordusunun güneyden Kore’ye çıkması ve Sovyet ordularının kuzeyden yarımadaya girmesinden sonra iki ordu 38. Paralelde birleşerek Kore yarımadasını Japon hakimiyetinden tamamen çıkaracaklardır. BM tarafından bağımsız tek bir Kore Cumhuriyeti kurulması öngörülen kararlar alınsa da neticede Sovyet hakimiyetinde kalan Kore, Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) adı ile ayrı bir cumhuriyet olarak teşkil edilecek ve Amerika ordularının bulunduğu bölgede de Kore Cumhuriyeti (Güney Kore) kurularak Kore halkı resmen iki farklı devlete bölünecektir.
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde pek çok Avrupa ülkesi maddi zarar görmüş, birçok devlet uzun süreli kalkınma planları hazırlamak durumunda kalmış, özellikle mağlup devletler iyice yıkık bir vaziyete bürünmüştü. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ise bu yıkıklık durumu o döneme kadar dünya siyasasının başat aktörü olan Avrupa’nın tamamında geçerlilik gösteriyordu.
İster mihver, ister müttefik taraftan olsun; Avrupa bu dönemde küresel boyuttaki siyasal olaylara tepki verebilme kabiliyetinden yoksun, yorgun ve güçsüzdü.
Bu durum dünyanın genelinde büyük bir güç boşluğu ortaya çıkarıyordu çünkü özellikle o dönemde Avrupa sadece Avrupa’yı değil, dünyadaki toprakların da ciddi bir kısmını idare ediyordu. İşte bu güç boşluğu içerisinde iki devlet ön plana çıkma eğilimi içine girecektir. Bunlardan birincisi İkinci Dünya Savaşı boyunca hayli hırpalanmış ancak kendisini toparlayarak Nazi Almanya’sının bileğini bükmüş olan Rusya, diğeri ise Normandiya çıkarması ile Omaha Sahili’nden başlayarak diğer Batı Avrupalı müttefik devletlerle birlikte Almanya’nın içlerine doğru ilerlemiş ABD idi.
İkinci Dünya Savaşı boyunca müşterek bir hedefe doğru aynı safta ilerleyen bu iki devletin gerek dünya görüşü, gerek yaşayış biçimi ve gerekse olayları kontrol etme yöntemleri arasında pek çok fark bulunmaktaydı. Bu farklardan en ön plana çıkanı da o dönemde ideolojik fark olacaktır. 4 Temmuz 1776 yılında bağımsızlığını ilan eden ABD o dönemin devletlerinden farklı olarak olarak dünyaya liberal pencereden bakmaktaydı. Nitekim bu pencereden bakmaya günümüzde de devam etmektedir. Kurulduğu dönemde ideolojik açıdan yine eşine nadir rastlanan Sovyetler Birliği ise farklı kavramları öne çıkarmış, değişik değerler benimsemişti.
Bu nedenler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sözü en yüksek mertebede geçen iki devletin, savaş sonrası dönemin tasarlanışında birbirleriyle anlaşmazlıklar yaşamasına yol açacaktır. Ayrıca savaş sırasında ve sonrasında SSCB tarafından Nazi Almanyası’ndan kurtarılan bölgelerde yerel komünist idareler kurularak bu ülkeler yoğun bir şekilde Sovyet nüfuzu altına çekiliyordu. Daha 1940’ların ikinci yarısından itibaren kullanılmaya başlanan “Demir Perde” ifadesi Doğu Bloku’ndan başka bir şeye işaret etmiyordu.
Savaşın bitiminden henüz iki yıl geçmişken 1947 yılında bu kutuplaşma iyice derin bir ayrıma dönüştü. Doğu Bloku ülkeleri Kominform, COMECON, Varşova Paktı anlaşmalarıyla çeşitli yönlerden birbirlerine bağlanırken Batı Bloğu ülkeleri de aynı şekilde OEEC (sonradan OECD), NATO gibi örgütler kurdular ve Truman Doktrini, Marshall Planı gibi girişimlerle Sovyet tehdidine karşı koymaya yönelik stratejik hamleler yaptılar. Dünya’nın bu bölünmüşlüğü içerisinde iki kutbun karşı karşıya gelmesi için küçük bir kıvılcım yeterli olacaktı, o kıvılcım da 38. Paralelde ortaya çıktı…
Savaşın Başlaması
İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi olan ve aynı zamanda Kore’nin de Japon himayesinden çıktığı 1945 senesinde ABD orduları güneyde, Sovyet orduları kuzeyde olmak itibariyle Kore’de, 38. Paralelde buluşmuşlardı. Bu iki devletin bölgedeki hakimiyetinin Japonya’ya karşı yapılan savaşın bir sonucu olduğu ve uzun vadeli olmayacağı düşünülmekteydi. Nitekim 1945 yılında Sovyet hakimiyeti altında bulunan bölgede Kuzey Kore Halk Cumhuriyeti kuruldu. Bu devletin kuruluşu Batı devletleri için beklenmedik ve kaygılandırıcı olmuştu. Bunun nedenini yorumlamak gerekirse, Kore ortaklaşa işgal edilmiş bir bölgeydi ve Kore’nin tek bir devlet çatısında bağımsızlaşmasını Batı ülkeleri büyük ihtimalle destekleyeceklerdi ancak SSCB’nin tek başına bir inisiyatif alarak Kore’de fiilen bulunan diğer güçlerle fikir alışverişi yapmaksızın böyle bir adım atışı onaylanamazdı.
Bu krizin üzerine diplomatik yollarla sorunun çözümüne çalışıldı, İngiltere, SSCB, ABD ve Çin prensipte Kore’de, bu dört ülkenin gözetiminde tek bir demokratik Kore yönetimi meydana getirilmesi konusunda anlaşılsa da daha sonra bu amaçla toplanacak çalıştaylar tarafların ortak bir karara varamaması nedeniyle sonuçsuz kaldı.
Birleşmiş Milletler, dünya üzerinde barışı tesis etme iddiasıyla ortaya çıkmış, nispeten genç bir örgüttü.
Bu oluşum; gerek yeni kurulmuş olması, dolayısıyla kendisini kanıtlama gereği hissetmesi nedeniyle, gerekse de kendisinin atası sayılacak Milletler Cemiyeti’nin başarısızlığını tekrar etmemek adına kesin hükümler vermeye ve sert dozajlı tepkiler göstermeye müsaitti. ABD, Eylül 1947’de Kore sorununu BM örgütünün gündemine taşıdığında, Kore’de demokratik bir hükümetin BM tarafından oluşturulacak bir komisyonun vesayetinde kurulması kararı verildi. SSCB bu kararın alınışını onaylamadığı gibi, uygulanmasına da fiilen engel olarak bahsedilen komisyonun 38. Paralelin kuzeyinde faaliyet göstermesine engel oldu.
Engellemelere rağmen BM komisyonu amacından feragat etmeyerek ulaşabildiği bölgelerde kendisine verilen misyonu yerine getirdi ve 1948 yılında daha önce ABD’nin işgal bölgesi olan yerde Kore Cumhuriyeti kuruldu. SSCB’nin bakış açısıyla BM tarafından Kore’nin genelini kapsayacak bir devlet kurulması SSCB tarafından kuzeyde kurulan yerel yönetimi gayrimeşru bir konuma itiyor, Sovyetleri de bölgede haksız bir işgalci olarak niteliyordu. Sonuçta SSCB için böyle bir emri vakinin kabul edilmesi mümkün değildi. BM tarafından kurulan ve Kore’nin tamamında hak iddia eden Kore Cumhuriyeti’ne karşılık Sovyetler nüfuzunda, Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti kuruldu. Böylece ortaya, Kore’nin tamamında meşru yönetim olduğunu iddia eden iki devlet çıkmıştı.
Bölünmüşlük durumu bir süre daha kendisini devam ettirirken bir yandan imkansızlaşan diplomatik çözüme dair son umutlar deneniyor bir yandan da her taraf kendisinin meşru gördüğü Kore’ye çeşitli anlaşmalarla yardım taahhüt ediyor, kısacası saflarını belirliyorlardı. Nitekim kısa süre sonra Haziran 1950’de Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti, Kore Cumhuriyeti’ne savaş ilan etti.
Malumun ilanı niteliğindeki bu gelişme ile birlikte büyük ölçekte Kore’nin iki kutbu, küçük ölçekte ise dünyanın iki bloğu aktif olarak savaşa giriştiler.
İlginç olanı ise 27 Haziran tarihinde BM’in Kuzey Kore’yi barışı bozmakla suçlayarak üye devletlerden Güney Kore lehine yardım istemesiydi. Üye devletlerden gelen yardım BM Komutanlığı altında koordineli şekilde görevlerini yürütecekti. Böylece dünyada barışı sağlamak iddiasında olan BM ironik ama kaçınılmaz bir şekilde savaşın bir parçası halini aldı.
Terazinin iki tarafındaki ağırlıkların sıkça değiştiği ve bundan dolayı da dengenin de sürekli başka bir taraf aleyhine bozulduğu bir savaştı Kore. Savaş ilanından birkaç ay sonra Kuzey Kore kuvvetleri Kore yarımadasının en güneyini kontrol altına almış, Güney Kore’nin hakimiyetinde, adanın güney doğusunda bulunan küçük bir bölge kalmıştır, işte bu bölgeye gelen BM’e bağlı güçler bu terazideki ağırlıkların ilk değişimi olacaktır.
Türkiye’nin Kore Savaşı’na Asker Göndermesi
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye, İstiklal Harbi döneminde oldukça sıkı yardımlaşma içinde olduğu Sovyetlerle de; Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yakın ilişkiler içerisine girdiği Batı demokrasileriyle de ters düşmek bir yana giderek dostane bir hale girmek isteğindeydi. Buna rağmen Türk hükümetinin de öngördüğü şekilde dünyadaki siyasal dengeler iki odakta toplanınca Türkiye de çeşitli nedenlerden dolayı bu iki odaktan birine doğru çekildi veya başka bir yorumla itildi.
Yunanistan’da 1946 senesinde başlayan ve 1949’a kadar devam eden iç savaş, Soğuk Savaş’ın parçası olmasa da habercisiydi. Kore’deki mücadeleyle benzerlik gösteren bu savaşta da iki kutbun ideolojik görüş farklılıkları üstünden birbirleriyle mücadelesi yaşanıyordu. Blokların Türkiye’nin bu kadar yakınında birbirleriyle mücadele etmesi aslında Türkiye’nin de yüksek tehlike bölgesinde bulunduğu anlamına geliyordu. Nitekim Türkiye iki kutbun tam da kesişim coğrafyasındaydı. Bu durumda bir de Stalin hükümetinin Türk yetkililere yaptığı aşırı talepler Türkiye’nin kendisini güvene alma arayışlarını tetikledi.
Dönemin konjonktüründe, İki Kutuplu Dünya’da bir ülke bloklardan birisiyle ters düştüğünde seçebileceği tek seçenek diğer bloğa yaklaşmaktı.
Türkiye de şartların gereği olarak Atlantik Bloğu’na yaklaşmak mecburiyetini hissetti üzerinde. Önce Truman Doktrini, sonra da Marshall Planı ile ABD; özellikle iki bloğun kesişiminde kalan ülkeleri ve henüz bir bloğa tabii olmamış kısmen tarafsız ülkeleri kendi tarafına kazandırmak veya en azından karşı bloğa bağlanmalarını önlemek üzere çeşitli tedbirler aldı. Bu tedbirler arasında iç savaşın devam ettiği Yunanistan ve hızla Batı eksenine doğru bir kayma yaşayan Türkiye’ye de maddi yardımlar vardı.
Bu yardımlar Türkiye için yeterli değildi, Türkiye’ye daha sağlıklı bir güvence lazımdı.
Türk Hükümeti, Demir Perde ülkelerinden birisi olma tehlikesinin ülkeye bindirdiği yükü kaldırmak için güçlü ortaklara ihtiyaç duymaktaydı. Bu dönem aynı zamanda NATO’nun da kurulduğu dönemdir. Batı Avrupa devletleriyle ABD’nin askeri ve başka yönlerde ittifak olması, özellikle de üye ülkelere yönelik bir savaş ilanına karşı bir bütün olarak reaksiyon vermeyi taahhüt etmesi; artık dünyadaki kutupların sınırlarının kesin şekilde belirlendiği anlamına geliyordu. Varşova Paktı’ndan yoğun bir tehlike sezen ve diğer bloğun da hudutları içinde bulunmayan Türkiye, dış politikada Kuzey Atlantik Antlaşması’na katılmayı en öncelikle hedef belirlemişti. Aslında bu o dönemim yöneticilerinin gözünde açık bir beka meselesiydi.
Mayıs 1950’de NATO’ya katılmak için başvuran Türkiye’nin talebi; SSCB’ye stratejik bölgeler açısından bu kadar yakın olan bir ülkenin ittifaka katılmasının dünya üzerindeki tansiyonu son derece yükselteceği gerekçesiyle reddedildi. Gerçekten de Rusya, Batı Avrupa yönünden 1812, 1914 ve 1941 yıllarında güçlü ordularla saldırıya uğramıştı; ancak Kafkasya bölgesinde nitelikli bir gücün hücumuyla neredeyse hiç sınanmamıştı. Bu noktada dikkate alınması gereken faktörlerin bir tanesi de Türkiye’nin o dönemde CHP tarafından, Batılılara göre “Sovyetvari” uygulamalarla yönetilen bir ülke olmasıydı, nitekim daha liberal eğilimlere sahip Demokrat Parti’nin iktidara gelişi ve Türkiye’nin tabir-i caizse “Küçük Amerika” olma sürecine girişi Batı’da Türkiye’ye yönelik sempatiyi arttırmış olsa gerek.
BM üyesi olan Türkiye belki tarafını netleştirmek belki de NATO’da sözü geçen ülkelerin gözüne girmek amaçlarının da motivasyonuyla Kore Savaşı’nın başlangıcından bir ay sonra; 25 Temmuz 1950’de Kore’ye tugay seviyesinde bir askeri güç gönderme kararı aldı ve fiili olarak savaşın bir parçası haline geldi.
Türkiye’nin Kore’ye asker gönderme kararı BM’ye şu telgrafla bildirilecektir:
“Birleşmiş Milletler paktından doğan taahhütlerine ve Güvenlik Konseyinin kararlarına uymayı vecibe bile Türkiye Cumhuriyeti Kore hakkında yardım talebini mutazammın 15/Temmuz/1950 tarihli telgrafınızı bu zihniyet içinde ve itina ile tetkik etmiştir.
Cumhuriyet Hükümeti bu tetkik neticesinde mezkur kararları dünyanın şimdiki şartları içinde umumi barış hizmetinde müessir ve fiili bir şekilde icra mevkiine vazetmekteki lüzim ve ehemmiyeti müdrik olarak Kore’de hizmet etmek üzere (4500) mevcutlu silahlı bir savaş birliğini Birleşmiş Milletler emrine vermeğe karar vermiştir.”
Türkiye Dışişleri Bakanı
Prof. Fuat Köprülü
BM Güçleri’nin Kore’ye Ulaşması ve Savaşın Seyrine Etkileri
Güney’e nispetle daha güçlü sayılabilecek Kuzey Kore ordusunun büyük ve hızlı taarruzu neticesinde 15 Eylül 1950 tarihinde; savaşın başlamasının üçüncü ayına girilmeden Kore Yarımadası’nın büyük çoğunluğu ele geçirilmişti. Kore Cumhuriyeti’nin başkenti Seul’u ele geçiren Demokratik Kore Halk Cumhuriyeti güçleri giderek güneye ilerlemeye başlamış; Güney Kore’nin elinde sadece ülkenin güney doğusunda Pusan şehri ve birkaç küçük yerleşim kalmıştı. BM kuvvetlerinin biraz daha geç kalması Kore’nin kaybedilmesi anlamına gelecekti. ABD öncülüğündeki ülkelerin BM çatısı altında toplanarak Kore Savaşı’na katılımları savaşın kaderindeki dönüm noktalarından birisi oldu.
Pusan kenti yoğun bir kuşatma altındayken ABD’ye bağlı ordular Kore yarımadasının Batı tarafında, orta bölgelerindeki İnchon şehrine çıkarma yapmış; böylece hem Kuzey Kore birliklerinin arkasına sızarak güneydeki ordularla kuzeyin irtibatını kesmiş hem de Pusan’da savunmada olan müttefik güçlerin yükünü azaltmıştı. Bu hamle ile birlikte inisiyatif alma sırası BM güçlerine geçiyordu, adaya ard arda gelen çeşitli devletlerin askerlerini barındıran güçler savaşta üstün tarafın, deniz hakimiyeti ve hava üstünlüğünün de etkisiyle Güney Kore olmasını sağladı.
İnchon’a yapılan çıkarmadan bir süre sonra, zaten bu şehre oldukça yakın olan Seul geri alındı.
Bu hem stratejik önemi olan hem de motivasyon açısından müttefik kuvvetler için hayli önemli bir hamleydi. Ayrıca bir anda tüm kazanımlarını kaybeden Kuzey Kore orduları da disiplin kaybetmiş ve harp düzeninden çıkmış şekilde ricat etmeye başladılar. Müttefik güçler bundan sonra bir ikilemle de uğraşmak zorunda kalacaktı, 38. Paralelde durmalı mı yoksa daha da kuzeye yönelmeli miydi? Bu konudaki tartışmalardan çıkan sonuç, bozulan Kuzey Kore güçlerinin 38. Paralelin yukarısında tekrar birleşip organize olarak yeni bir taarruza girişmesini önlemek için 38. Paralelin aşılması gerektiği oldu fakat bu hamlenin başka, beklenmedik sonuçları da olacaktı.
Çin’in Savaşa Girmesi
Seul’un alınmasından sonra 38. Paralele de ulaşan BM Kuvvetleri yeni bir taarruz için hazırlanmaktaydı. Kuvvetlerin başındaki isim, General MacArthur bu saldırıyı savaşı bitirecek bir harekat olarak nitelemekteydi. Anın koşullarında bu düşünce çok da gerçek dışı sayılmazdı. Beklenmedik çıkarma harekatıyla bozularak geri çekilmeye başlayan Kuzey Kore güçleri sınır hattının kuzeyinde de sağlam bir savunma yapabilecek hazırlıktan yoksundu: ayrıca moral yönünden büyük bir çöküş, yenilgiyi kabullenme durumu mevcuttu.
General MacArthur’un bilmediği şey ise Çin’in Kore sınırına günden güne daha fazla kuvvet intikal ettirdiğiydi. Çin başında Kore’deki savaşa kayıtsız kalsa da savaşın her gün kendi sınırlarına doğru ilerlemesinden kaygılanmaya başlamıştı. Daha önce de söylendiği gibi Kore yarımadası Japonlar için anavatanın güvenliği açısından önemli bir bölgeydi ancak Çin için de Asya’nın içlerinin ve Mançurya’nın güvenliği bakımından bir o kadar değerliydi. Nitekim Mançurya ve Çin coğrafyalarının Japonlar tarafından işgali daha önce Kore’den başlamıştı. 1950’de ise çiçeği burnunda bir Komünist rejime sahip olan Çin’de, geçmişten gelen bir Batı düşmanlığı mevcuttu ve Kore’de bulunan “Emperyalist” güçlerin Kore’nin tamamına hakim olup Çin’e sınır komşusu olması Çin tarafından büyük bir güvenlik sorunu olarak değerlendiriliyordu.
Çin ordusu, teçhizatının teknolojik durumu bakımından zayıftı, ayrıca yeni kurulmuş bir orduydu ve Çin İç Savaşı’nın bitiminin üzerinden daha bir sene bile geçmemişti.
Buna rağmen yoğun bir insan gücü ve dolayısıyla kalabalık bir Kara Kuvvetleri vardı. BM Kuvvetleri’nin Kore’nin kuzeyine doğru ilerlediği anlaşıldığından Çin bu kalabalık güçleri Kore sınırına gönderme kararı aldı, Çin taarruzunun etkili olmasındaki en önemli faktör bu intikalin yapılış biçimidir. Kore’de ABD Hava Kuvvetlerinin bel kemiğini oluşturduğu BM hava üstünlüğü sayesinde önemli bir istihbarat akışı sağlanmış bulunmaktaydı. Kuzey Kore boyunca çok fazla bir tehlikeyle karşılaşmayan uçaklar bu bölgede rahatça uçuşlarını yapıp istihbarat toplayabiliyordu. Bunun farkında olan Çin ordusu bu yüzden kuvvetlerini sadece hava karardığında intikal ettirdi, gün ağırdığında ise bu kuvvetler yerel yerleşim yerlerine ve köylere girerek gizlendiler. Böylece BM Kuvvetleri, Çin ile Kore arasında sınır olan Yalu nehrinin kuzeyindeki 800.000 kişilik komünist ordusundan bi-haber şekilde kuzeye doğru taarruza başladı.
Kore’nin kuzeyinin iç bölgelerinin aşılmaz dağlara sahip olmasından dolayı ve Kuzey Kore ordularının da dirençsiz bir şekilde geri çekilmesinin rahatlığıyla; BM Kuvvetleri Kuzey Kore’ye doğu ve batı sahil şeridini izleyecek şekilde iki koldan, güçlerini bölerek taarruza başladılar. Taarruzda en önemli rolü oynayan 8. Ordu’nun içinde Türk Tugayı da bulunmaktaydı. Bu taarruzun başlamasıyla birlikte Çin “Gönüllü” ordusu da (Çin savaşa resmi olarak dahil olmayacaktır) Kore sınırında harp hazırlıklarına başlayacaktır. Böylece Kore Savaşı fiilen BM-Çin savaşına dönüşecektir. (Çin o dönemde BM’e üye değildi.)
Birkaç günde sahil şeridini izleyerek Yalu nehrinin önlerine gelen BM orduları bir anda beklenmedik şekilde karşı bir taarruza maruz kaldılar.
Coğrafi koşullar dolayısıyla dağınık halde bulunan ve savaşın biteceği beklentisiyle disiplini azaltan BM orduları; Çin kuvvetlerinin bu karşı taarruzu karşısında duramayarak hızla bir geri çekilme manevrasına başladı. Çin ordularının esas hedefi, özellikle BM Kuvvetlerinin ana ağırlığına sahip olan 8. Ordu’yu çevrelemek; ve ardından gerisiyle olan bağlantısını kesmek ve bir kuşatma çemberi içerisine alarak imha etmekti. 8. Ordu’nun bu çevreleme manevrasından kurtulması ve dört taraflı bir kuşatmaya maruz kalmamasında; Türk Tugayı’nın Kunu-ri’de gösterdiği direniş de önemli bir rol oynamaktadır. Türk Tugayı, 8. Ordu’nun güvenli bir şekilde ricat etmesini sağlamak için Çin taarruzunu göğüsleyerek Çin kuvvetlerinin daha ileri saflara doğru ilerlemesini geciktirmiştir.
Ateşkes Görüşmelerinin Başlaması ve Savaşın Bitimi
Çin kuvvetlerinin savaşa dahil olması ile Güney’e doğru çekilen BM Kuvvetleri önce Seul’un güneyinde Çin taarruzunu durdurdu. Ardından Kuzey Kore, Çin birleşik güçlerini 38. Paralele kadar geriletmeyi başardı. Böylece Kore savaşındaki durum gelgitli bir güç dengesizliğinden sonra 38. Paralelde dengelenerek I. Dünya Savaşı’ndaki Verdun’u anımsatacak şekilde sabitlendi. Bir süre karşılıklı taarruzlar devam etse de 1951’de Kuzey Kore’nin talebiyle ateşkes görüşmeleri başladı. Bu görüşmeler iki yıl kadar sürdü, 1953’e kadar düşük yoğunluklu geçen çatışmalar kritik başarılar sağlamasa da; 1953’de ateşkes yapıldığında sınırın 38. Paralelin kuzey ve güneyi yönelik bazı girinti ve çıkıntılara sahip olmasına neden oldu.
Soğuk Savaş’ın ilk kıvılcımı olan Kore Savaşı, Kore halkını en azından yakın bir zamanda tekrar birleşemeyecek şekilde bölerken dünya üzerindeki güç dengelerinin de üçüncü ülkeler üzerinde yapılan mücadelelerle değiştirilmeye çalıştığı bir dönemin en önemli habercisi oldu. Tıpkı Kore’de olduğu gibi; Vietnam, Afganistan, Ortadoğu gibi bölgelerde bu senaryonun daha yüksek veya düşük şiddetli kopyaları ilerleyen zamanlarda yaşandı.
Kaynakça ve İleri Okumalar
UÇAROL, Rıfat. Siyasi Tarih. İstanbul: Filiz Kitabevi, 1995
ORAN, Baskın (Ed.). Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.
DENİZLİ, Ali. Kore Harbi’nde Türk Tugayları. Ankara: Genelkurmay Basımevi, 1994.
YAZICI, Tahsin. Kore Hatıralarım. İstanbul: Ülkü Basımevi, 1963.
DORA, Celal. Kore Savaşında Türkler. İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1963.
İçeriğimizi beğendiniz mi? Çalışmalarımızı geliştirmemize katkıda bulunmak istiyorsanız bağışçımız olabilirsiniz.
Yanıtla