Bu yazı Kaan Budak tarafından hazırlanmıştır.
1950’li yıllar Soğuk Savaş’ın en çetin mücadelelerinin yaşandığı dönemlerden birisiydi. Yeni bir imkan olan nükleer silah teknolojisi, savaşların yaratacağı yıkımın kapasitesini tarihte hiç olmadığı kadar artırıyordu. “Topyekün Savaş” konseptiyle iki cihan harbi atlatmış dünya bu sefer nükleer bir savaşın eşiğindeydi.
Nükleer silahlar ilk olarak 1945 yılında, Mihver devletlerden sonuncusu olan Japonya’nın önce Hiroşima sonra da Nagazaki kentlerinde kullanıldı. “Little Boy” ve “Fat Man” adlarındaki füzeler yarattıkları yıkımlarla Japonya’yı teslim olmaya sevk ederken ABD’nin de eşsiz gücünü dünyaya sergiliyordu. Ne var ki bu eşsizlik ve dolayısıyla da ABD tekeli çok uzun sürmeyecektir.
1942 yılında başlayan Manhattan projesinden yaklaşık yedi yıl sonra 1949 tarihinde; Sovyetler Birliği kendi atom bombasını üretmeyi başardığında ABD’nin eşsiz üstünlüğü artık eskisi kadar da eşsiz olmadı. Nitekim bu gelişme sonraki yıllarda yaşanan Soğuk Savaş’ı gerçek anlamda bir “Soğuk Savaş” yapacaktır. ABD-SSCB rekabetinin hiç olmadığı kadar yükseldiği 50’li yıllar aynı zamanda dünyanın farklı bölgelerinde birçok dolaylı mücadeleye de sahne oldu.
Sovyetler Birliği, Türkiye ile yaptığı barış antlaşmasını revizyon ederken Kars ve Ardahan’ı da kendi sınırlarına katma talebi Türkiye’nin bu küresel mücadeledeki yerini belirleyen faktörlerden en önemlisiydi. Bu dönemden sonra Türkiye’nin sınır komşusu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile olan ilişkilerinde tansiyon oldukça yüksek olacaktır.
Ortadoğu’da krizler silsilesi bu dönemde önce Arap-İsrail savaşlarıyla başlasa da Soğuk Savaş’ı en çok etkileyecek olanı şüphesiz 1956 Süveyş Krizi idi.
1952’de yaşanan Hür Subaylar İhtilali’nin ardından; Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hanedanının iktidarda bulunduğu saltanatı ilga ederek Mısır Cumhuriyeti’ni meydana getiren Cemal Abdülnasır yönetimin başına geldi. Abdülnasır’ın 1956 yılında Süveyş Kanalı’nı kamulaştırdığını-millileştirdiğini açıklaması uluslararası alanda bir infiale neden oldu. Özellikle kanalda ticaret hacmi yüksek olan Avrupalı devletler bu adımı kendi açılarından tabii olarak iyi karşılamadılar. SSCB’nin nüfuzu altına almaya çalıştığı Ortadoğu’da (Bağdat Paktı’nın kuruluşunu hatırlayınız) böylesi bir girişim Batı Bloğu açısından sadece ticari anlamda değil prestij bakımından da önemli bir tehlikeydi.
Bu teşebbüsün sonucu İsrail-Fransa-İngiltere üçlüsünün ortak bir askeri harekatla Mısır’a müdahale ederek Süveyş Kanalı’nı kontrol etmesi oldu. Ne var ki her başarılı askeri harekat masadan da müspet bir sonuç alınacağı anlamına gelmiyordu. ABD bu krizde müttefiklerini alenen yalnız bırakarak ender şekilde SSCB ile ortak bir tavır takınmış ve müdahaleye karşı çıkmıştır. ABD kendisine doğrudan bir faydası dokunmayan Süveyş’in daha büyük bir savaş dönüşme tehlikesi ve Arap ulusunun bu müdahale neticesinde giderek Sovyet nüfuzuna girmesini göz önüne alarak böyle bir tavır sergilemiş olmalı. Bir bakıma Batı Bloğunda Fransa ve İngiltere kötü polis olurken ABD de iyi polis oluyordu. Neticede Süveyş’te Mısır kamulaştırması uluslararası kamuoyu tarafından tanınırken İsrail de Sina yarımadasını işgal ediyordu. Bu kriz aynı zamanda Avrupalı müttefiklerinin nezdinde ABD’nin güvenilirliğinin de sorgulanmasına vesile olacaktır.
Bu gelişmeden sonra ABD Ortadoğu’da sarsılan Batı Bloğu prestijini düzeltmek ve nüfuzunu artırmak amacıyla Eisenhower Doktrini’ni ilan ederken yaptığı cesur adım neticesinde bir kahraman mertebesine yükselen Abdülnasır’ın yıldızı Arap dünyasında giderek parlayacak ve ortaya bir Mısır-Suriye-SSCB yakınlaşması çıkacaktır. Bundan sonraki krizin nedeni de tam olarak bu yakınlaşma olacaktır.
Suriye’de yükselen Sovyet nüfuzu Türkiye’de bir milli güvenlik meselesi olarak algılandı.
Bu noktaya, Türkiye’nin doğu sınırında SSCB ile komşu iken batı sınırında da Demir Perde ülkelerinden Bulgaristan ile komşu olduğu hatırlanarak bakılırsa daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim ABD de Sovyetlerin Ortadoğu’da etkin bir güç haline gelmesinden rahatsızdı ancak ABD yine önceki krizde olduğu gibi bu olayda da kesin bir tutum almayacaktır. Öte yandan Türkiye ve Irak sınırdaki askeri yığınaklarını artırırken bölgede askeri manevralar icra ederek ardı ardına gözdağı veriyorlardı. Öyle ki Türkiye yedek subaylarını tekrar göreve çağırırken Irak’ta da Kral Faysal parlamentoyu askıya alıp sıkıyönetim ilan ediyordu. Sovyetler, ABD’nin Türkiye ve Irak’ı Suriye’ye karşı kışkırttığını açıklarken buna mukabil ABD de SSCB’yi Suriye’yi askeri bir yığınak haline çevirmekle itham ediyordu.
Suriye krizi sıcak bir askeri çatışmayla neticelenmediyse de önemli sonuçlara gebeydi. Suriye bir yıl sonra, 1958’de Mısır ile birleşerek Cemal Abdülnasır başkanlığındaki Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ortaya çıkarıp Sovyet-Mısır-Suriye yakınlaşmasını doruk noktasına ulaştırırken Türkiye ve ABD’nin de güvenlik arayışlarında yeni yönelimlerin ortaya çıkmasına neden oldu.
ABD bu döneme kadar “Kitlevi Mukabele Doktrini” adı verilen, gerekirse sert şekilde nükleer karşılık vermeye dayalı bir savunma politikası izliyordu.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin 1957 Ekim ayında dünyanın ilk yapay uydusu olan Sputnik’i uzayda yörüngeye oturtması aynı zamanda Kıtalararası Balistik Füze’ye (ICBM) sahip olabileceği anlamına da geliyordu. Başka bir deyişle SSCB, Moskova’daki rampadan ateşlenen bir füzeyle isterse Washington’a, New York’a nükleer saldırı yapabilme kabiliyetine de sahip oluyordu. Böyle bir imkana o dönemde ABD sahip değildi. Bu durum, ABD’nin savunma politikalarında yeni bir anlayışa geçmesine neden olacaktır. Esnek Karşılık Doktrini (Flexible Response Doctrine) adı verilen bu yeni anlayış ABD’nin nükleer gücünün kullanımında eskisi kadar cüretkar olmadığı anlamına geliyordu.
ABD, Sovyetler’in kıtalararası füze hamlesine karşı verebilmek için Orta Menzilli Füzeler’den oluşan bir “Savunma” sistemi kurmaya karar verdi, ancak bu sistemlerin SSCB’yi tehdit edebilmesi için yakın bir coğrafyada bulunması gerekiyordu. İşte Küba Füze Bunalımı’nın nedenlerinden biri olacak Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilme süreci böyle başladı.
Ortadoğu’da yaklaşık on yıldır süregelen krizler sürecinde Türkiye’nin NATO’ya ve ABD’ye neredeyse sorgusuz destek vermesi; bölgedeki diğer devletlerin aksine Sovyet nüfuzuna karşı başarılı bir mücadele vermesi ve en önemlisi de Ortadoğu ile SSCB arasında bir sed olması değerini artırıyordu. Türkiye bir stratejik üstünlük unsuruydu, eğer kaybedilirse güç dengeleri derinden sarsılacaktı.
Bu sıralarda Türkiye’de savunma kaygıları uzun süredir olduğu gibi artıştaydı. Özellikle son krizler, Suriye ile savaşın eşiğine gelinmesi, 1958 Mısır-Suriye birleşmesi ve yine aynı yıl gerçekleşen Irak darbesi (Irak, Türkiye’nin bölgedeki müttefiklerinden biriydi) bu kaygıları artıran etmenlerdendi.
Böyle bir ahvalde Amerika’nın diğer NATO ülkelerine yaptığı Orta Menzilli Balistik Füze (IRBM) yerleştirme teklifi Türkiye tarafından büyük bir hevesle kabul edildi.
NATO’da İngiltere, İtalya ve Türkiye dışındaki diğer ülkeler bu teklifi kabul etmemişlerdi. Türkiye böyle bir hamleyle hem kendi güvenliğini artıracakken hem de müttefikleri için stratejik anlamda daha da önemli bir konuma gelmeyi planlıyordu. Bu bağlamda Türkiye adeta bir “batırılamaz uçak gemisi” haline gelecektir.
Bu durum, Türkiye’nin hevesli kabulüne ve NATO için sağladığı faydalara rağmen kolay sindirilebilir bir durum değildi. Hali hazırda “Çevreleme Poltikası” ile rahatsız edici derecede sınırlandırılan SSCB’ye bu kadar yakın hudutlara nükleer füze yerleştirilmesi istenmeyen sonuçlara yol açabilirdi. ABD füzelerin caydırıcı olmasını istiyordu, tahrik edici değil. Bu ikircikli durum füzeler yerleştirdikten sonra dahi ABD’nin kafasında soru işaretleri bulunmasına neden olacaktır.
Aralık 1957’de Adnan Menderes IRBM’lerin Türkiye’ye yerleştirilmesini kabul ettiklerini ve Türk subayların eğitim için Amerika’ya gönderildiğini açıklıyordu. SSCB’nin bu gelişmeye tepkisi bittabi sertti. Nikolay Bulganin, Adnan Menderes’e yazdığı mektupta Türkiye’nin bu füzelerle birlikte kendisini hedef haline getirdiğini belirtirken “Bir tek kibrit büyük bir yangın çıkarabilir ama ilk yanan kendisi olacaktır.” uyarısını yapıyordu. Jüpiterlerin Türkiye’ye yerleştirilme antlaşması 1959 Ekim’inde Paris’te imzalanırken bu antlaşma TBMM’nin onayına sunulmayacaktır. Bu antlaşma ile füzelerin yerleştirilmesine başlanacak, füzelerin maliki Türkiye olurken nükleer başlıkların sahibi ABD olacak ve füzelerin ateşlenmesi ancak iki ülkenin de onayıyla cereyan edecekti. Füzelerin tam anlamıyla kullanılabilir hale gelmesi 1962’ye dek gecikecektir.
Türkiye ve ABD ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin arasındaki gerilimlerden bir tanesi de U-2 uçak kriziydi.
ABD olası tehditlere karşı daha önceden hazırlıklı olmak istiyordu, bunun için de bilgi akışı gerekliydi. Bu bilgi akışını sağlamak için U-2 casus uçakları geliştirildi. Yüksekten uçarak radara yakalanmadığı gibi güçlü kamerasıyla da net fotoğraflar çeken bu uçaklar o dönem için epey önemli bir istihbarat kazanımı sağlıyorlardı. Geniş bir uçuş alanı sağlayabilmek için uçakların Sovyetler sınırlarına en yakın noktadan kalkış yapması gerekiyordu, bu nokta da Türkiye’deydi. Türkiye ile birlikte, Almanya, İngiltere ve Japonya’da uçuşların yapıldığı ülkelerden idiler. 1957’de başlayan bu uçuşlar Mayıs 1960’a kadar sorunsuz şekilde devam etti, ancak bu tarihte İncirlik’ten kalkan bir U-2 uçağı Pakistan semalarında Sovyetlerce düşürüldü. İlk başta işin gerçek yüzü ABD tarafından gizlenmeye çalışılarak uçak bir meteorolojik inceleme uçağı gibi gösterilmesine rağmen bu deneme başarılı olmadı. Sovyetlerin pilot Francis Gary Powers’ı da canlı ele geçirmesi bu bakımdan etkili olmuştur.
SSCB bu duruma ağır bir tepki gösterirken olası bir saldırı durumunda uçakların kaldırıldıkları üslerin de hedef halinde olduğunu söyleyerek açık şekilde Türkiye’yi kastediyorlardı. Öyle ki bu gelişme bazı çevrelerce Goeben ve Breslau’nun Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı bir emrivaki ile savaşa dahil etmesine benzetiliyordu. Durum hakkında tatmin edici bir açıklama yapmaktan kaçınan Türk hükümeti; kendi hava sahasının dışında ancak kendi uçaklarının uçuşundan sorumlu tutulabileceğini ifade ediyordu. Bu hükümetin aynı ay içerisinde düşmesiyle Türk kamuoyunda U-2 uçak krizi gündemin geri planında kalmıştır. ABD’de ise Eisenhower bu tarz istihbarat uçuşlarının sonlanacağını ilan etmişse de uçuşlar devam etmiştir.
Bu şekilde, füzeler ve uçaklarla tansiyonun sürekli arttığı ABD-Türkiye-Sovyetler arasındaki gerilim doruk noktasına 1962 yılında ulaşacaktır.
Küba’da 1959 yılında devrim olmuş, diktatör Batista devrilip yerini Fidel Castro almıştı. ABD’ye bu kadar yakın bir coğrafyada bulunan Küba’da sosyalizmin hakim olduğu düşüncesi, Monroe doktrininden beri Latin Amerika’yı Avrupa etkisinden koruma geleneği bulunan ABD için ürkütücü bir düşünceydi. Castro da bunu bildiği için olsa gerek ilk başta komünistlerle arasına bir sınır çekmişti. Nitekim komünistler de direniş zamanında Castro’ya koşulsuz bir destek sağlamamışlardı. Castro, Sosyalist Halk Partisi’ni kucaklamadığı gibi bastırmaya da çalışmamış, faaliyetlerini serbest bırakarak kendisini merkezde konumlandırmaya çalışmıştı.
Castro’nun başlangıçta sergilediği bu dikkatli, dengeci tavır devamlılık arz edemedi, iç dinamikler kısa zamanda Castro’ya bitaraf olanın bertaraf olacağını gösterdi. Bir yandan halihazırda ABD’nin kendisi hakkındaki ön yargılı tutumu devam ederken Castro hükümeti de giderek sosyalist cephe ile yakınlaştı. 1960 yılından itibaren iyice şekillenen ilişkiler neticesinde ABD, Latin Amerika’da diğer ülkelerin komünist cepheye kaymaması için “Gelişme İttifakı” (Alliance for Progress) sistemini kurarak diğer devletlerin kalkınması için para yardımı yapmaya başladı.
1960’da seçilen Başkan Kennedy, Küba’nın Sovyetler ile yakınlaşmasını kaygı verici buluyordu.
Bu yakınlaşmayı önlemek için çalışmalar yapan CIA en sonunda başkana bir plan sundu. Bu plana göre Küba’dan kaçıp ABD’ye sığınan Kübalılar eğitilerek Küba’ya çıkarma yapacak ve yerel halkın da desteği ile Castro’yu düşüreceklerdi. Bu plan çerçevesinde 1961 yılında yapılan Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın sonucu ise tam bir hüsran oldu. Castro kuvvetleri çıkarma yapanları kolayca püskürtürken yerel halktan da bir destek görülmemişti. Bu harekat, belki de hâlâ merkeze yakın olan Castro’nun tümden SSCB’ye yaklaşmasına neden oldu. Nitekim bu gelişmeden sonra Küba’nın bir “Sosyalist Devlet” olduğu ilan edildi.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yetkilileri kendilerinin kıtalararası füzelere sahip olduklarını; dolayısıyla da kendi toprakları dışında bir askeri üsse ihtiyaçları olmadığını söylüyor olsalar da durum biraz farklı cereyan etti. Anlaşılan hem Küba’ya yapılan operasyonun Küba’da oluşturduğu güvenlik tehditlerini dindirmek ve Küba’yı tamamen kendilerine bağlamak, hem de Türkiye’deki Jüpiter füzelerine mukabil bir koza sahip olabilmek için Sovyetler 1962 yılında Küba’ya balistik füzeler yerleştirmeye başladı. Bu füzeler aynı yıl Küba üzerinde uçuş yapan U-2 casus uçakları tarafından tespit edildiğinde dünya çapında büyük bir kriz patlak vermiş oldu.
22 Ekim’de Sovyet gemilerinin ulaşımını önlemek için ABD donanması tarafından Küba ablukaya alınınca krize giden yolda ilk adım atıldı. Bu gelişmeler, kendisinden millerce uzakta yaşanan bir gelişme yüzünden Türkiye’yi de krizin başlıca aktörlerinden birisi haline getiriyordu. Barışın pamuk ipliğine bağlı olduğu böylesine bir durumda Türkiye’de bulunan Jüpiter füzeleri; hem krizin nedenlerinden birisi hem de çözüm araçlarından birisi olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye, Jüpiter füzelerini kendi savunması için çok önemli görmekle birlikte kaldırılmaları fikrine de sıcak bakmıyordu. ABD ise Sovyetler ile gizli görüşmeler yürütürken Küba’daki füzelere karşılık Jüpiter füzelerinin kaldırılacağını taahhüt ederken bu konuda Türk hükümetine hiçbir bilgi vermediği gibi görüşmelerin varlığını da tüm dünyadan ustaca gizlemeyi başarıyordu.
Kriz 27 Ekim 1962’de gizli görüşmeler sonucu yapılan antlaşmalar ile çözüme ulaştı.
Bu görüşmelerin gizli yüzü uzun süre kamuoyunda bilinmedi. Öyle ki krizi Kennedy’nin cesur ve soğukkanlı tavrı ile çözdüğü kanısı genel düşünce oldu. Kamuoyu bu işten çok haberdar olmasa da Türkiye hükümetine Jüpiter füzelerinin kaldırılarak yerinin Polaris Denizaltıları ile doldurulması fikri ABD yetkililerince söyleniyordu. ABD böylesine önemli bir krizde müttefiklerinin de menfaatlerini göz ardı ederek Türkiye ile hiçbir iletişimde bulunmadan karar almıştı. Her ne kadar daha sonradan Polaris Denizaltılarının, Jüpiter Füzelerinden daha etkili olduğu söylenerek kamuoyunda olay bir gelişmeymiş gibi lanse edilmiş olsa da Türkiye’nin güvenliğinde bu denli önemli bir konuda Türkiye’ye söz hakkı verilmemişti.
Bu gelişmeler Türkiye’nin nezdinde ABD’nin güvenilirliğini bir hayli sarsıyordu. Özellikle 1964 Johnson Mektubu’ndan da sonra Türkiye dış politikada kendisini yeniden konumlandırmıştır. Ayrıca dünya üzerindeki yerini tek bloğa sabitlemeden en baştan tasarlamak durumunda kalacaktır. Sovyetler ile diplomatik ilişkiler yeniden şekillendirilirken bu yeni dönemde Türkiye siyasası artık NATO’nun, dolayısıyla da bağlı bulunduğu bloğun çıkarları yerine doğrudan ulusal çıkarlarını birinci plana alma yönünde bir eğilim sergilemeye başlamıştır.
Kaynakça ve İleri Okumalar
UÇAROL, Rıfat. Siyasi Tarih. İstanbul: Filiz Kitabevi, 1995.
ORAN, Baskın (Ed.). Türk Dış Politikası Cilt I: 1919-1980. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.
ARMAOĞLU, Fahir. Türk Amerikan İlişkileri 1919-1997. İstanbul: Kronik Kitap, 2017.
ARMAOĞLU, Fahir. 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995). İstanbul: Timaş Yayınları, 1995.
SANDER, Oral. Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1964. Ankara: İmge Yayınevi, 2016.
SEVER, Ayşegül. “Yeni Bulgular Işığında Küba Krizi”, AÜSBF Dergisi, 52.1 (1997): 647-660.
İçeriğimizi beğendiniz mi? Çalışmalarımızı geliştirmemize katkıda bulunmak istiyorsanız bağışçımız olabilirsiniz.
Yanıtla