Bu yazı Hakan Bozdemir tarafından hazırlanmıştır.
12. ve 13. yüzyıllar, dünya tarihinin en hareketli dönemlerindendir. Çok büyük coğrafyalara etki eden savaşlar gerçekleşmiş, devletler yıkılmış ve yenileri kurulmuştur. Aynı zamanda bu dönem, büyük savaşların gerçekleşmesi hasebiyle çok fazla insan kanının aktığı bir dönemdir. Moğolların gücünün arttığı, Haçlıların sefer planlarına son sürat devam ettiği ve İslam Medeniyetinin savunuculuğunu yapan Türkiye Selçuklu Devleti’nin, 1243 yılında Moğollar’a boyun eğip, yıkılış sürecine girdiği bir dönemdir [1]. Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Moğol hâkimiyetine girmesi ile İslam coğrafyasının başsız kaldığı nidalarının dolaştığı zamanlarda Haçlılar, Türk hudutlarına ve daha güney kesimlere karşı yeni hazırlıklar yapmaya başladılar. İşte böyle bir ortamda, 1250 yılında Mısır, Suriye ve bir kısım Arabistan toprağı üzerinde Memlûk devleti ortaya çıktı [2].
Memlûk, Arapça bir kelimedir. Kelime manası “birinin mülk veya malı olan…“ anlamına gelmektedir [3]. İnsan üzerinde kullanıldığında, “köle“ olarak nitelendirilen memlûk kavramı [4], zamanla boyut değiştirmiş ve savaşlarda esir edildikten sonra asker olarak yetiştirilen kişiler için söylenmeye başlanmıştır.
Türkler, Yakındoğu’daki etnik yapının değişmesinde çok önemli bir unsurdur.
Memlûk Devleti’nden önce de bu coğrafyalarda kurulmuş olan devletler, ordularında Türk nüfusu bulundurmaya özen göstermiştir. Abbasîler’de bu durumu çok net bir şekilde görmekteyiz. İdarî ve askerî alanda Abbasî Devleti’nde boy gösteren Türkler, bu devlet içerisinde halifelerin en güvenilir adamları olarak saray muhafızlığı da yapmışlardır [5]. Hatta Abbasî halifesi Mu’tasım’ın, halife olduktan sonraki ilk icraatı olarak karşımıza ordu ve üst düzey bazı mevkilere Türk nüfusunu getirmesi çıkmaktadır. Devamında Sâmerrâ adında bir şehir kurdurarak, bütün Türk askerleriyle beraber, merkezini oraya taşımıştır [6]. Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere Memlûk Devleti’nin kuruluşuna giden yolda, önceki devletlerin Türkler üzerindeki faaliyetleri çok etkili olmuştur. Memlûk Devleti’ne kadarki süreçte birçok kez farklı devletlerin bünyesinde hizmet etmiş olan Türkler adeta vazgeçilmez bir unsur olarak görülmüştür. Bu durum, onların bu bölgede güçlenmesi ile doğrudan ilgilidir.
Türk nüfusunun, bu bölgeye satın alınıp asker olarak yetiştirilmek için getirildiği, komşu devletlerce de bilinmektedir. Mesela İlhanlı hükümdarı Abaka, Memlûk sultanı Baybars’a 1274 yılında gönderdiği bir mektupta “Sen, Sivas’ta satın alınmış bir kölesin!“ diye yaklaşmaktadır [7]. İğneleyici bir ifade olarak kurulmuş bu cümle, Türklerin bu bölgedeki devletler içerisinde nasıl değerlendirildikleri ve Memlûk Devleti’nin bünyesi hakkında diğer devletlerin de bilgi sahibi olduklarını bize göstermektedir.
Eyyûbî hükümdarı Necmeddin Eyyûb, kardeşi II. Adil’e karşı yaptığı mücadelede, Kürt asıllı askerlerinin kendisini terketmesi ve Türklerin sadakatle yanında durmaları üzerine, ordudaki Türk sayısını arttırmak ve düşmanlarına karşı güvenilir ordular oluşturmak için birçok bölgeden getirttiği Türkleri, Nil Nehri üzerindeki Ravza adasında eğitime tabii tuttu [8]. İşte bu Türkler, zamanla yükselerek hâkim konuma geldiler ve Moğol ve Haçlılara karşı İslam coğrafyasının kaderinin şekillenmesinde, dönem itibariyle en önemli etken oldular.
Moğol kuvvetleri, Anadolu’dan sonra daha güneyde de istila hareketlerine bürünmüş, Bağdat talan edilmiş, hatta Abbasî halifesi ve beraberindeki aile fertleri öldürülmüştür.
Bu durum büyük bir kargaşa ortamına sebebiyet vermiş ve civar devletler, bu Moğol tehlikesi karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Yenilgisiz bir şekilde ilerleyen ve geçtiği her yeri istila eden Moğol kökenli İlhanlı Devleti’nin karşısına Kutuz’un sultanlığı ve Baybars’ın komutanlığındaki Memlûk Devleti çıkmayı başarmıştır. 1260 yılında Ayn Câlut mevkiinde gerçekleşen savaşı, Memlûk ordusu kazanmış ve Moğollar büyük bir yenilgiye uğramıştır [9]. Böylelikle, Moğolların yenilemeyeceğine dair oluşan inanç yıkılmış ve askerler daha da cesaretlenmiştir. Daha evvel Kösedağ Bozgunu ile Moğol hâkimiyetine giren Anadolu halkı da Memlûklerin bu zaferiyle umutlanmıştır. Bu zaferle beraber, genel ifadeyle İslam dünyası rahat bir nefes almıştır.
Döneminin genel anlayışıyla Moğolları Türk kabul eden Bedreddin Aynî [10], Ayn Calut Savaşı hakkında ‘’Ne garip bir hadisedir ki, Türklere karşı İslamiyet’i kurtaran yine Türkler olmuştur.’’ yorumunu yaparak Türklerin İslam’a katkılarına, farklı bir bakış açısı getirmiştir [11]. Bu savaştan sonraki süreçlerde de Memlûkler, gerek Haçlılara karşı gerekse Moğollara karşı adeta İslam dünyasının savunuculuğu yapmıştır.
Kutuz’un hâkimiyetine son vererek, Memlûk devletine sultan olan Baybars dönemi, Moğol ve Haçlılarla mücadele bakımından daha hareketli bir dönemdir.
Baybars, güçlü iradesi ile ilk iş olarak devlet içerisinde hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. 1258 yılında Moğolların, Bağdat’a saldırıp halifeyi öldürmesi, yaklaşık 3,5 yıl İslam dünyasını halifesiz bırakmıştı. Moğol tahribatından kaçarak kurtulmayı başaran Abbasi halifelerinden Zahir’in (1225-1226) oğlu Ahmet ile ilişki kuran Baybars, onu Mısır’a davet etmiş ve devamında halifeliği yeniden tesis etmiştir [12]. Böylece, hem İslam hukuku bakımından devletine meşruiyet kazandırmayı, hem de diğer Müslüman kesimin desteğini sağlamayı amaçlamıştır. Arzu ettiği durumlarda Baybars’ın neticeye ulaştığını söylemek mümkündür. Daha evvel halifelik; Abbasî Devleti içerisinde siyasi bir oluşumu da teşkil ederken, Tuğrul Bey’in yaptığı gibi Baybars da halifenin elinden siyasi yetkilerini alarak bu duruma son vermiştir. Böylelikle yalnızca dinî hükümlerde söz hakkı verilen halife siyasi olgulardan uzak tutularak olası karışıklıkların da önüne geçilmiştir.
Baybars, zaman zaman Haçlılarla işbirliği yaparak faaliyet gösteren Moğol kuvvetlerini, 1269 yılında bir kez daha yenilgiye uğratmıştır. Daha sonrasında, Hülâgü’nün yerine geçen Abaka’nın, Haçlılara destek vermek için Harran ve Bire’ye sevkettiği orduları, bizzat ordusunun başında seferlere çıkarak 1271 yılında bozguna uğratmıştır [13]. Bu saldırılar neticesinde adeta beli kırılan İlhanlı Devleti, Memlûk Devleti’ne karşı daha ılımlı bir şekilde hareket etmeye başlamış fakat yine de barışçıl bir seviyede Memlûklerle ilişki kurmamışlardır.
Moğollara karşı, Anadolu’da bir kurtarıcı gözüyle kendisine bakılan Baybars, Anadolu’ya davet edildi.
1277 yılının Nisan ayında Elbistan’a gelen Baybars, buradaki Moğol birliklerini büyük bir yenilgiye uğrattı. Kösedağ Savaşı sonrasında, Anadolu Selçuklu Devleti’ne mensup askerler İlhanlılarla beraber hareket etmek zorunda kalmıştı. Moğollarla beraber hareket etmenin rahatsızlığı içerisindeki birçok Selçuklu komutan ve devlet adamı, bu savaşta Memlûk ordusu tarafına geçti. Bu büyük zafer sonrasında Kayseri’ye geçen Baybars, adeta bir bayram havasında, büyük sevgi gösterileriyle karşılandı [14].
Yenilginin haberini alan Abaka, Baybars’ı ülkesine dönmeden yakalamayı umuyordu ama 8 gün geç kaldı. Elbistan ovasında karşılaştığı cesetlerde, yalnızca Moğol askerlerin olduğunu, Selçuklu askerlerinin olmadığını görünce çok sinirlendi ve ihanete uğradığını anlayarak öfkesini çevresindeki Türkmenler’den çıkartıp, birçok Türkmen’i idam etti. Sivas ve Kayseri’de Memlûk destekçisi olduklarını düşündüğü aralarında kadı, bilim ve din adamlarının da bulunduğu yüzlerce kişiyi idam etmiştir [15].
Abaka, Elbistan mağlubiyetinden birkaç yıl sonra 1281’de Gürcü ve Ermeni krallıklarından askerlerin de bulunduğu ordusunu, Memlûkler üzerine gönderdi. Humus yakınlarında yapılan savaşı yeniden Memlûk ordusu kazandı [16]. Böylece Moğol kökenli İlhanlı Devletine karşı kesin bir üstünlük sağlanmış oldu. Abaka’dan sonra tahta çıkan yeni hanlar, İslamiyet’i kabul etmeye ve Memlûk Devleti ile iyi ilişkiler kurmaya başlamışlardır. Tüm bunlara rağmen, zaman zaman intikam peşine düşmekten de geri durmamışlardır.
1295 yılında İlhanlı tahtına çıkan Gazan Han, İslamiyet’i devletin resmi dini haline getirmiş fakat bu durum, Memlûk Devletine karşı düşmanca politika sergilemesinden onu alıkoymamıştır.
İlhanlılar için önemli görülen Suriye hudutlarındaki bazı kalelerin, daha evvel Memlûklerin eline geçmesi ve buralara Türkmenlerin yerleştirilmesi üzerine Gazan Han, Suriye’ye doğru sefere çıkmıştır. Ermeni Krallığı, bu sefer için Gazan Han’a 5000 kişilik asker yardımı yapmıştır. Gazan Han, Fırat’ı geçip Halep’i işgal ettikten sonra 23 Aralık 1299 yılında Hama ile Humus arasında kalan Mecma’ el-Muruc (Vadi el-Haznedâr) mevkiinde Memlûk ordusunu yenilgiye uğrattı ve 7 gün sonra da Dımaşk’ı (Şam) ele geçirdi. Gazan Han’ın emri doğrultusunda bu bölgedeki camiler, türbeler, medreseler ve diğer yapılar Moğollar ve Ermeniler tarafından yağmalandı. Bu yapıların içlerindeki halılara varıncaya kadar yağmalar devam etti. Memlûk ordusunun yenildiği bu savaş neticesinde, İlhanlı Devleti yeniden silkinmiş ve zaten sürekli savaş halinde olduğu Memlûk Devleti üzerine yeni sefer planları yapmaya başlamıştır. Ardı arkası kesilmeyen ve adeta intikam alırcasına devam eden tahribat girişimlerini, Gazan Han’ın vekili Emir Kıpçak önlemiştir [17].
Gazan Han, kendi ülkesinde ortaya çıkan bir takım sorunları düzeltmek için geri dönerken, sonbaharda döneceğini ve bu kez de Mısır’ı alıp Memlûk Devleti’ne son vereceğini söyledi. O dönem Memlûk tahtında bulunan Nâsır Muhammed, emirlerin yönlendirmesi ile fırsatı değerlendirip ordusunu toplayarak işgal altındaki yerlere ulaştı. Gazan Han’ın vekil olarak Suriye’de bıraktığı Emir Kıpçak ve onun arkadaşlarını kendisine tabi ettikten sonra Dımaşk ve Halep’i yeniden Memlûk hâkimiyetine aldı [18]. Gazan Han, Hristiyanların desteğini almak ve Memlûk Devleti’ne tekrar saldırmak için 1303 yılında Papa VIII. Boniface’ye mektup göndermişse de başarılı olamamıştır. Yine de savaş için yeterli güce sahip olduğunu düşünen Gazan Han, aynı yıl Dımaşk yakınlarında Memlûk ordusuna saldırmış fakat 3 gün süren savaşın ardından tekrar yenilgiye uğramıştır [19].
Yukarıda bahsedilen ve 1303 yılında gerçekleşen savaş, Memlûk tarihi bakımından üzerinde durulması gereken bir savaştır.
1260 yılında gerçekleşen Ayn Calut Savaşı’ndan 1299 yılına kadarki süreçte Memlûk ordusu, İlhanlılara sürekli üstünlük sağlamış ve onların direncini kırmıştır. 1299 yılında İlhanlıların kazanmış olduğu başarı, onlara yeniden Ortadoğu topraklarında faaliyet gösterecek güçte olduklarını hissettirmişti. Aldığı yenilgi sonrası Memlûk Devleti’nin yaşamış olduğu şaşkınlık hali de İlhanlı Devleti’ni bir hayli umutlandırmıştı. Fakat 1303 yılında Şakhab adı verilen savaşı Memlûk ordusu kazanınca her şey İlhanlılar için bir anda tersine döndü. Şakhab Savaşı esnasında Nâsır Muhammed henüz çocuk yaştaydı ve devlet içerisinde Baybars el-Çaşnigîr ve Emir Sallâr’ın iktidar mücadeleleri mevcuttu. Gazan Han, bu durumdan haberdar bir şekilde hareket ederek Memlûk Devleti’ne son vermek istemiştir fakat bu isteği, Şakhab Savaşı neticesinde sonuçsuz kalmıştır [20]. Gazan Han’ın, bu savaş sonucunda üzüntüyle hastalanarak öldüğü söylenmektedir [21].
Gazan Han’ın ölümünden sonra yerine geçen Olcaytu zamanında, Memlûklerle kurulan ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır. Yeni hükümdar Olcaytu, bizzat bu doğrultuda çalışmaya başlamıştır. İlk yaptığı işlerden birkaçı; ağabeyi Gazan’ın, Memlûklerden esir aldığı elçileri serbest bırakmak, Memlûk Devleti’ne elçiler göndererek ağabeyini kötüleyerek barış teklifinde bulunmak ve harap olan şehirleri onarmak için belli bir süre istemek oldu. Nâsır Muhammed, Olcaytu’nun yaptıklarını hoş karşılamış ve barış teklifini kabul etmiştir. Bu vesileyle İlhanlılar, her zaman en büyük hedeflerinden biri olan Suriye hâkimiyetini tek başlarına sağlayamayacaklarına tam kanaat getirmişler ve Memlûklerle bir taraftan barış politikası sergilerken bir taraftan da Papa, İngiltere ve Fransa krallarından Suriye’ye hâkim olmak için sinsice yardım istemişlerdir [22]. Bu yardım isteklerinin de karşılıksız kalması sonucunda, bir daha Memlûk Devletine karşı düşmanca, ciddi bir politika sergileyememişlerdir.
Bir başka sözü edilmesi gereken husus dini boyuttadır. Bu dönemde İlhanlılar’ın Şiiliği seçmesiyle beraber onlara yakın çevrelerde, Sünni kesime karşı olumsuz yaklaşımlar sergilenmiştir.
Moğolların Şiiliği seçmesinden güç alarak ayaklanan, Suriye ve Mısır dolaylarında yaşayan Nusayriler, bu bölgede görüşlerine katılmadıkları birçok Sünniyi katletmişlerdir. Başlarında kendisine Tanrılık yakıştırması yapılan bir de liderleri bulunmaktaydı. Önlerine gelen yeri yakıp yıkan Nusayriler, merkezden gönderilen ordu neticesinde bertaraf edilmiş ve liderleri öldürülmüştür [23]. Memlûk Devleti ile olan dostane ilişkiye dikkat eden Olcaytu’nun, Şiiliğe girmesi yüzünden bu ilişkinin bozulduğu kaynaklarda geçmektedir [24].
1313 yılında, Memlûk ülkesinden kendisine sığınan iki valinin teşvikiyle Olcaytu, Suriye üzerine sefere çıkmıştır. Fakat Suriye’de başarı kazanamayacağını erken farkederek sefer henüz yeni başlamışken geri döndü. Olcaytu’nun girişmiş olduğu bu sefer ve Memlûk Devleti’nin arkasından düzenlediği diğer planlar yüzünden resmi anlamda kesinleşen bir barış anlaşması sağlanmamıştır.
Sürekli olarak barış çabaları içerisinde olunmasına rağmen, yaşanan en küçük olumsuzlukta dahi İlhanlı hükümdarlarının aklına Suriye hâkimiyeti düşüncesinin geldiğini görmekteyiz. Olcaytu’ya kadar tüm İlhanlı hükümdarlarında aynı düşünce net bir şekilde mevcut olmuştur. Bu hâkimiyet düşüncesinin arkasında muhtemeldir ki daha batıya açılma fikri de yatmaktadır. İlhanlılar’ın, batıdaki Papa ve Hristiyan devletlerin yardımına başvurarak ve onlarla müttefiklik yaparak Memlûk Devleti’ne karşı bir politika yürütmeleri, İlhanlıların İslam dinini benimsemesinin Memlûk Devleti ile olan ilişkilerinde çok da olumlu bir hava oluşturmadığını bizlere göstermektedir.
Olcaytu’nun ölümünden sonra 1315 yılında Ebû Said Bahadır, İlhanlıların yeni hanı olarak tahta çıkmıştır.
Bahadır Han, Memlûk Devleti’ne barış teklifinde bulunmuş, istenilen barış sağlanmıştır. Böylelikle, uzun yıllar devam eden ve şiddetli çarpışmalara sebebiyet veren düşmanlık, resmi bir anlaşma vesilesiyle son bulmuştur. Bu barış, aynı zamanda ülkeler arasında ticaret serbestliğini, İlhanlı vatandaşlarına sağlanacak hac iznini ve hac dönemlerinde her iki devletin hükümdarının da isimlerinin, hutbede beraber okunmasını kapsıyordu [25].
Bu dönem, İlhanlılar için isyan girişimlerinin baş ağrıttığı bir dönemdir. İlhanlılar’ın Anadolu valisi olan Çoban Bey, valiliğe oğlu Timurtaş’ı getirmiş, devamında ise Ebû Said Bahadır Han’ın yanına gitmişti. Timurtaş, Anadolu’da hâkimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra Memlûk sultanı Nâsır Muhammed’in desteğini alarak Kilikya Ermenilerinin elinden Sis ve Ayas’ı aldı. Bu durum İlhanlı Devleti’nin aleyhindeydi çünkü Ermenileri, Memlûk Devleti’nin Anadolu’ya açılmasının önünde tampon olarak kullanmaktaydı. Timurtaş, bundan sonraki süreçte adeta bağımsızmışçasına faaliyet göstermeye başladı. Bahadır Han, Timurtaş’ın babası olan Emir Çoban’ı öldürünce, Timurtaş kuşkulandı ve belli bir süreç sonra Memlûk sultanı Nâsır Muhammed’e sığındı. Nâsır Muhammed, Timurtaş’ı ilk aşamada Anadolu için bir koz olarak kullanmayı düşündüyse de bu durumun Memlûk-İlhanlı ilişkilerine ve yapılan barışa vuracağı darbeden kaçınarak Timurtaş’ı İlhanlı elçilerinin önünde öldürmüştür [26]. Böylelikle daha önce yapılmış olan barış anlaşmasına sadık kalınmış, Anadolu ve dolaylarında oluşabilecek ve devamında belki de iki devleti tekrar eski haline döndürecek bir kriz engellenmiştir.
Bahadır Han döneminde, iki devlet arasında ilk kez uzun soluklu ve çok fazla art niyetin bulunmadığı bir barış dönemi yaşanmıştır.
Yine de bu barış dönemi, süreklilik sağlayamamıştır. Bu kez barışı bozan etken olarak karşımıza bir saldırı veya farklı bir faaliyet değil Bahadır Han’ın ölümü çıkmaktadır. 1335 yılında Ebû Said Bahadır Han’ın ölümü ile beraber; İlhanlı Devleti içerisinde taht mücadeleleri başlamış ve bu durum, devleti parçalanmaya itmiştir [27].
İlhanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra Memlûk Devleti, kendi iç problemleriyle daha yakından ilgilenme fırsatı bulmuştur. Nâsır Muhammed’in de 1341’de ölümüyle devlet önce oğulları, daha sonrasında ise torunları tarafından toplam 41 yıl yönetilmiştir. 41 yılda 13 kez sultan değişikliği yapılması, Memlûk Devleti’nde tehlike çanlarının çaldığının habercisi olmuştur.
Kıçpak bozkırlarından gelerek Memlûk Devleti’ni kurmaya muvaffak olan Türk asıllı Bahrî Memlûkler, üstünlüklerini Nâsır Muhammed’in oğul ve torunları döneminde kaybetmişler ve 1382 yılında yönetimi Çerkes asıllı Burcî Memlûklere kaptırmışlardır [28].
14. yüzyılda Bizans hudutlarında şiddetli muharebelerle güçlenmeye başlayan Osmanlı Devleti, zamanla Anadolu’yu ve Balkanlar’ı hâkimiyeti altına almaya başlamıştı. 15. yüzyıl boyunca Memlûk Devleti, Osmanlı Devleti ile birçok kez diplomatik ilişki kurmuştur. 16. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti’nin güney topraklarında çıkarlarına göre uygunsuzca faaliyet göstermeye başladı. Yavuz Sultan Selim, Memlûk Devleti’ni kendisi için bir tehlike olarak görmüş ve Mısır üzerine sefere çıkarak 1517 yılında bu devlete son vermiştir [29].
Yararlanılan Kaynaklar ve Dipnotlar
[1] Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar Yayınevi, İstanbul-1980, s.104.
[2] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK, 1988, s.293
[3] Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî (Latin Harfleriyle), İdeal Kültür Yayıncılık, 2014, s.1087; Kadir Güneş, Arapça-Türkçe Sözlük, Mektep Yayınları, 2015, s.1127
[4] Kaynaklarda ‘’Mülûk’üt-Türk’’ (Türk Hükümdarları) olarak anılan bu devletin sahiplerine ‘’memlûk’’ yakıştırması çok sonraları yapılmıştır. Buna sebep olaraksa, başlangıçta para karşılığı hizmete alınmaları gösterilmektedir fakat bu askerler, devlet otoritesinde önemli seviyelere gelerek bu kavram dışında olduklarını göstermişlerdir. Esasında Arapça’da köle kavramının karşılığı ‘’abd’’ ile ifade edilmektedir: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken, 2014, s.186-187.
[5] Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul-2015, s.126-127.
[6] Yıldız, a.g.e, s.117
[7] Yuvalı, Abdulkadir, ‘’Yakındoğu Tarihi Üzerindeki Moğol Tesirleri (XIII. YY)’’, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Y. 988, s.69.
[8] İsmail Yiğit, Memlûkler, Kayıhan Yayınları, 2015, s.15-16.
[9] Yiğit, a.g.e, s.36-37; Turan, a.g.e, s.105.
[10] 1361 ve 1451 yılları arasında yaşamış tarihçi, hadis ve din âlimi. Bkz: Ali Osman Koçkuzu, ‘’Bedreddin Ayni’’, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1994, C.4, s.271.
[11] Osman Turan, Selçuklular ve Türk-İslâm Medeniyeti, Ötüken, 2008, s.411
[12] Yiğit, a.g.e, s.42.
[13] Ali Sevim, Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi- Siyaset, Teşkilât ve Kültür, TTK, 1995, s.11.
[14] Mustafa Uyar, ‘’Moğol İstilası Döneminde Selçuklular’’, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara-2014, s.427-428.
[15] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, Çev. Erol Üyepazarcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Şubat 2012, s.280-281; Turan, a.g.e, s.105; İbn Şeddad, Tarihu’l- Meliki’z-Zahir adlı eserinde, Abaka’nın intikam için Kayseri-Erzurum arasındaki bölgede yaşayan 500 bin Müslümanı öldürdüğünü aktarmaktadır. Bkz: Yiğit, a.g.e, s.140.
[16] Faruk Sümer, ‘’Abaka’’, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1998, C.1, s.8.
[17] Fatma Akkuş Yiğit, ‘’Memlûk-Ermeni Münâsebetleri’’, Gazi Akademik Bakış, C.8, S.16, Yaz 2015, s.192
[18] Yiğit, a.g.e, s.72.
[19] Abdulkadir Yuvalı, ‘’İlhanlılar’’, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 2000, C.22, s.103.
[20] Fatih Yahya Ayaz, ‘’Memlük-İlhanlı İlişkilerinde Bir Dönüm Noktası: Şakhab Savaşı (702/1303), Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.9, S.15, s.39.
[21] Yiğit, a.g.e, s.75.
[22] Ayaz, a.g.m, 29-30.
[23] İlhan Erdem, ‘’Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılar’da Yaşanan Siyasal-Kültürel Gelişmeler ve Yakın-Doğu’ya Etkileri’’, Tarih Araştırmaları Dergisi, 2001, S.31, s.34.
[24] Yiğit, a.g.e, s.75.
[25] Abdulkadir Yuvalı, ‘’Ebû Said Bahadır Han’’, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1994, C.10, s.219; Yiğit, a.g.e, s.141.
[26] Kürşat Solak, ‘’Moğol Sülemiş ve Timurtaş İsyanları Karşısında Anadolu’da Türkmenlerin Tutumu’’ Capadocia Journal of History and Social Sciences, cahij.com (Son Görülme: 04.08.2017), s67-69;Yiğit, a.g.e, s.79.
[27] Abdulkadir Yuvalı, a.g.m, s.219
[28] Yiğit, a.g.e, s.96-97; A. Onur Çalışır, ‘’Kölelikten, Sultanlığa: Memlûk Devleti Tarihi’’, www.tarihikadim.com/2017/05/27/memlukler/2 (Son Görülme: 03.08.2017).
[29] Ferdun Emecen ‘’Selim I.’’, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 2009, C.36, s.412; Yiğit, a.g.e, s.133.
Yanıtla