Başlığı “İslam Entelektüelliği’nin Zirvesi” olan yazıya giriş yapmadan önce belirtmem gerekir ki, bu sadece dini bir mesele değildir. Tarihte imparatorluk kaderi dediğimiz bir gerçek vardır. Bu gerçeğe göre bir devlet topraklarını hızlı bir biçimde genişletip, kozmopolit bir yapıya büründükçe imparatorluk kimliğini alır. Bu sürecin askeri evresi elbette bir yere kadar sürer, ondan sonra refah devri başlar. Roma, Osmanlı, Selçuklu, Moğollar, Timur, vb. birçok devletin ve hanedanın kaderi benzerdir.
Bahsedilen bu refah devrinin getirisi her imparatorlukta aynı olmasa bile benzerdir. Ekonomik durum, toplumsal huzur ortamı, kültürel ve sanatsal faaliyetler, vb. birçok mesele en iyi dönemlerini yaşar, bilimsel çalışmalar da buna dahildir çünkü imparatorluk toprakları çok genişlemiştir ve devlet ister istemez önceki kültürlerin birikiminin bir sonucunu yaşar. Bunun yanında devlet, ayakta kalabilmek için istemese de bu eski mirasa sahip çıkmak zorundadır, sahip çıkmazsa yok olur. Bunun farkında olan kişilerin yönettiği devletlerin ömrü uzun, bunun farkında olmayan kişilerin yönettiği devletlerin ömrü kısa olmaktadır. Sırasıyla Dört Halife, Emevi Hanedanı ve Abbasi Hanedanı tarafından yönetilen İslam İmparatorluğu’nun da kaderi aynı olmuştur.
Emeviler’in bu konuda yaptıkları hatalar ve Abbasiler’in bunlardan çıkardığı dersler ile başlayalım.
Dönemlerinde devletin topraklarını çok hızlı bir biçimde büyüten Emeviler, İslam dini bu türden bir şeyi yasaklamasına rağmen ne yazık ki Mevâlî adında ayrıştırıcı bir politika uyguladılar, bu da yaşadıkları toprakların köklü tarihini anlayamamalarına sebep oldu. Bunun yanında bilime ve sanata köklü bir devlet desteği olmadı, aydınlar keskin bir destek göremedi. Bunun istisnası olan, bilinen iki kişi var.
Halid bin Yezid: Halid, Emevi saltanatını başlatan Muaviye bin Ebu Süfyan’ın torunu. Dönemin aydınları ile arası çok iyi, ilmi açıdan Türk tarihinin Uluğ Bey’i ya da Fatih Sultan Mehmed’i olarak düşünebilirsiniz. Kendisine babası Yezid’den sonra tahta geçmesi teklif edilmiş ancak Halid, halife olmayı kabul etmeyip kendisini kimyaya (simya) adamıştır. Halid, İslam tarihinde çeviri faaliyetlerini hatırı sayılır bir biçimde başlatan kişi olarak bilinmektedir.
Ömer bin Abdülaziz: İyi huylu, dindar, bütünleştirici bir tavrı olan Emevi halifesi olarak bilinmektedir. İslam dünyasındaki bölünmüşlüğü bitirmek isteyen, halkın her kesimine yakın davranan, adaletsizlikleri gidermek için birçok reform uygulayan ve aydınlara yakınlık gösteren bir yapısı var. Bu türden davranışları devletin soylularının tepkisini çektiğinden dolayı saltanatı üç sene sürmüş ve kendisini zehirlemişlerdir.
Bu konu ile alakalı belirtmek istediğim son şey şu, kültürel mirasa sahip çıkamayan Emevi iktidarı 89 yıl sürdü, bu mirasa sahip çıkan Endülüs Emevileri ise 270 yıldan fazla ayakta kaldılar.
Tarih 750’lere yaklaştığı zaman, halkın birçok kesimini arkasına alan Abbasiler iktidarı ele geçirdiler. Emeviler’in devlet yönetiminde yaptıkları hataların telafisi ve tekrarlanmaması adına birçok uğraş verildi ancak bunlar, bu yazının konusu değil. Genel olarak verilen bilimsel uğraşı anlatmaya geçelim.
Abbasi yönetimi akıllıca davrandı. Antik Yunan’dan bu yana gelen mirasa sahip çıkmaları gerektiğinin farkındaydılar, bu sebeple eski dönemlere ilgi başlamasına sebep oldular. Bu ilgiden en büyük payı ise Antik Yunan aldı. İkinci halife Mansur ile birlikte devlet destekli bir çeviri faaliyeti başladı, bu tür faaliyetler Emeviler zamanında da yapılıyordu ancak keskin bir devlet teşvikinden söz edilemezdi.
Bu çeviriler uzun bir aradan sonra Helenizm’e yeniden hayat vermiştir. Antik Yunan filozofları aydın Müslüman kesim tarafından üstat olarak görülmeye başlanmış, unutulmaya yüz tutmuş kitaplar ücra köşelerden bulunup yeniden yazılmıştır. Öyle ki, Antik Yunan filozoflarının isimleri farklı anılmaya başlanmış, kitaplarının isimleri yeniden adlandırılmış, görünümleri yeniden tasvir edilmiştir. Mesela Platon’a Eflatun denmiş (Arapça’da “p” harfi yok), Aristo’nun “Peri Ouranou” isimli eserline “Kitabu’s-Sema ve’l Alem” denmiş ve Sokrates’i bu şekilde (solda) (1) tasvir etmişlerdir. Eskileri hoca, kendilerini öğrenci olarak görmüşlerdir. Bunu şu anekdot ile açıklayabiliriz: “Farabi, kendisine ‘Sen mi daha bilgilisin, yoksa Aristo mu?’ dıye soranlara ‘Eğer Aristo’nun zamanında yaşasaydım onun en seçkin öğrencilerinden olurdum.’ şeklinde cevap vermiştir.” (2)
Devletin başkenti Bağdat’ta başlayan ve diğer şehirlere yayılan kültürel faaliyetlerin merkezi Beyt’ül Hikmet isimli kurumdur. Burada başlayan çeviri faaliyetlerinin nedenlerinden birisinin de; halife Mansur’un, kaynakları Yunanca olan astrolojiye karşı olan derin ilgisi olduğu söylenir.
Beyt’ül Hikmet’in kapsamlı olarak faaliyete geçmesi halife Memun dönemindedir ancak halife Mansur döneminde küçük bir tercüme bürosu olarak kurulmuştur. Kurulurken Sasaniler model alınan kütüphanenin ilk kurulduğundaki başlıca işlevi, Sasani eserlerinin Farsça’dan Arapça’ya tercümesiydi. Kütüphanede tercümanların yanı sıra, kitapların korunmasını sağlamak amacıyla mücellitler de yetiştirilmekteydi.
Çeviri faaliyetleri, Harun Reşid zamanında artarak devam etti. Aristoteles’in “Fizik” ve Öklid’in “Elementler” isimli eserleri çevirisi yapılan başlıca kitaplardır. Harun Reşid’in, Doğu Roma ile olan savaşlarda zafer kazandığı zaman ganimet olarak özellikle kitap ve el yazması istediği bilinmekte, ele geçirilen şehirlerdeki antik eserler ise Bağdat’a taşınmaktaymış.
Kurumun kapsamlı olarak faaliyete geçişinin halife Memun döneminde olduğunu söylemiştik. Memun ciddi ciddi gelecekteki ideal toplumun bilimsel çalışmalara gereken önemi vererek oluşturulabileceğini düşünen bir lider, hükmettiği topraklardaki bilimsel mirasın da tek bir yerde toplanması gerektiğine inanıyor. Müslümanların İskenderiye Kütüphanesi olan Beyt’ül Hikmet’in yükselişini başlatan inanç bu olmuştur. Kurumda, Memun döneminde kapsamlı bir dönüşüm yaşandı. Burası sadece bir tercüme bürosu olmaktan çıkarılıp; üniversite, kütüphane, laboratuvar, sohbet meclisleri gibi kurumların bulunduğu bir külliye haline geldi. Dünya’nın farklı yerlerinden aydınlar buraya davet edilmiş; burada bulunanlar ise antik dönemin kaybolmuş eserlerini bulmak, çevirmek ve üzerine yeni bilgiler eklemek için çalışmalar yapmışlardır. Bu kişilere devlet maaş bağlamış ve söylenene göre çalışanlara, çevirdikleri kitap ağırlığınca altın da verilmekteymiş. Bunun yanında halife, burada gerçekleştirilen felsefi, dini, tarihi ve siyasi sohbetlerin yapıldığı meclislere bizzat başkanlık etmiştir.
Buradaki Müslüman, Hristiyan, Mecusi, Musevi, Deist, Panteist; Türk, Fars, Arap, Yunan, vb. birçok insan bulunmaktaydı, ortak noktaları ise bilimdi. Bu bir yerde Abbasi aklının ürünüydü çünkü Abbasiler, Ortadoğu üzerindeki farklı kültürler arasındaki duvarları olabildiğince yıkmaya çalışmış ve Arapça’yı döneminin bilim dili haline getirmişti.
Dönemin en kutsal dalı matematikti zira kendisi diğer birçok dalın temelini meydana getirmekte, o yüzden matematik üzerine çok kafa patlatılmış. Buraya çalışmaya gelen ilk kişilerden birisi olan Harezmi’nin asıl çalışma alanı matematikti ve aktarılana göre burada tam gün çalışmaktaydı. Cebir’in temeli olan “Hisabü’l-Cebr ve’l-Mukabele” (Cebir ve Karşılaştırma Hesabı) isimli eserini 825 tarihinde burada yazmıştır. Harizmi bu kitabında, miras hukuku, paylaşım, ticaret, arazi ölçümü, kanal açımı gibi birçok günlük sorunun çözümünde cebir denklemlerinin nasıl kullanılabileceğini açıklamıştır. Harizmi, kendisini bu eseri yazmaya Halife Memun’un teşvik ettiğini söyler. “Cebir” kelimesi, “sonuçlandırma” anlamına gelen el-cebir’den gelmektedir. Bunun dışında, matematikte günümüzde kullanmaya devam ettiğimiz hint sayı sistemi ve sıfır rakamının, Roma rakamları yerine kullanılmasını ısrarla teşvik etmiş ve başarılı da olmuştur. Avrupalılar Harezmi’ye “Algoritmi” diyorlar çünkü kendisi algoritmayı da ilk kullanan kişi.
Astronomiye gelecek olursak; astronomi, astrolojinin mitoloji ve varsayımlarından ilk kez bu dönemde ayrılmıştır. Beni Musa Kardeşler gibi bilim adamlarının burada yaptıkları bilimsel çalışmalar yüzyıllar boyunca yeni çalışmalarda kullanılmıştır. Bu üç kardeşin takdir edilmesi gereken başka bir özelliği var ki, kazandıkları paranın büyük bir bölümünü antik yazmalar toplamak ve Bağdat’ta bir grup tercümanın faaliyetlerini desteklemek için harcamışlardır. Bunların finanse ettiği diğer iki ünlü tercüman ise babası Hristiyan olan İshak bin Huneyn ile Sabit bin Kurra’ydı. Ayrıca halife Memun, bu üç kardeşi Eratosthenes ve diğer Antik Yunan bilimcilerinin yaptığı ölçümleri doğrulamak üzere Dünya’nın çevresini tahmini olarak hesaplamakla görevlendirmişir.
Matematik ve astronomi dışında birçok alana dair yapılan çalışmaların anlatımı uzun ve geniş, bunları başka yazıların konusu yapacağım.
Bu tercüme faaliyetlerinin bu kadar geniş kapsamlı ve bol yapılabilmesinin sebeplerinden birisi de Bağdat’taki kağıt imalathaneleriydi. 9. yüzyılın sonuna gelindiğinde, sadece Bağdat’ta 200’den fazla sahaf olduğu bilinmekte. Bağdat 1258’de Moğollar tarafından yağmalandığında 36 resmi kütüphanenin yanında çok sayıda özel kütüphane de bulunmaktaydı.
Beyt’ül Hikmet’in varlığı, Moğollar gelene kadar sürebildi. Moğol hükümdarı Hülagü’nün ordusu 10 Şubat 1258’de halifeliğin başkentini ele geçirdi. Bağdat’ın işgali, İslam tarihinin en yıkıcı olaylarından biriydi. Şehrin düşüşünü Moğol katliamı takip etti. 200 bin ile 1 milyon kişi arasında değişen çeşitli rakamların verildiği şehrin Müslüman nüfusunun neredeyse tamamı öldürüldü. Yalnızca şehirdeki Hristiyan nüfusunun canı bağışlandı. Halife Memun tarafından ilmi çalışmaları yeni ufuklara taşımak için kurulmuş olan Beyt’ül Hikmet yerle bir edildi. Burada bulunan kitaplar Dicle Nehri’ne atıldı ve yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha dönüştürdü. Matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kayboldu. Bu kayıptan dolayıdır ki, bugün İbn Heysem, Biruni ve İbn Sina gibi kişilerin eserlerinin sadece bir bölümüne sahibiz.
Beyt’ül Hikmet’in sonunu tamamen Moğollar’a bağlamak objektiflikten uzak bir düşüncedir. 13. yüzyılda, bilime karşı yürütülen karşı propaganda yüzünden Beyt’ül Hikmet’in eski gösterişli günlerinden zaten eser yoktu. Yağmalanan ve yakılan kütüphaneden kurtarılabilenler farklı yerlere taşındı. O dönemden sonra birtakım uç görüşlerin hakim olmaya başlamasıyla da bu miras, devam ettirilmeye layık görülmedi. Bizden daha ziyade Avrupalılar bu mirasa sahip çıktılar. Günümüzde Viyana’daki Birleşmiş Milletler binasının bahçesinde yer alan bu anıt da bunun kanıtı niteliğindedir. Resimdekiler: İbn Sina, Ömer Hayyam, Biruni ve Râzî.
Dipnotlar:
(1) Bu tasvir, İbn heysem’in öğrencilerinden olan İbn Fâtik’in “Muhtâru’l-Hikem” isimli kitabında yer almaktadır. İbn Fâtik bu kitapta; Homeros, Hipokrat, Sokrates, Platon, Büyük İskender ve Aristoteles gibi peygamberlerden doktorlara, filozoflardan devlet adamlarına kadar tarihte tanınmış birçok şahsiyetin hayat hikayesi ve sözlerine yer vermektedir. Kitabı 2013 yılında yazma eserler kurumu yeniden basmıştır.
(2) Diyanet İslam Ansiklopedisi, Farabi, Mahmut Kaya
Yararlanılan Kaynaklar:
• John Freely, Işık Doğudan Yükselir
• Benson Bobrick, Halife’nin İhtişamı
• Ziya Paşa, Endülüs Tarihi
• Bernard Lewis, Ortadoğu
• Jack Goody, Rönesanslar
• Ahmed Cebbar, İslam Bilim Tarihi
• Firas Alkhateeb, Kayıp İslam Tarihi
• http://www.evrimagaci.org/fotograf/122/8764
• http://dusunbil.com/arap-mutercimler-yunan-felsefesini-muhafaza-etmekten-cok-daha-fazlasini-yaptilar/
• http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d060089
• http://dergipark.ulakbim.gov.tr/da/article/view/5000151805/5000137755
İnternet siteniz çok güzel. Bu sitedeki makaleleri Facebook’ta reklam vererek çok sayıda insana ulaştırabilirsiniz. İnşallah bu siteye bağışlar artar ve bu güzel bilgiler daha çok insana ulaşır. Bu işi hiç bırakmayın lütfen.
Çok teşekkür ederiz.