İbn Battuta’nın Seyahatnamesi’ne Göre Anadolu

Bu yazı Hakan Bozdemir tarafından hazırlanmıştır.

1304 ile 1368 yılları arasında yaşamış olan İbn Battûta, 28 yıl boyunca dünyanın çeşitli ülkelerini gezmiş, buraların sosyo-kültürel değerlerine dair birçok önemli gözlemini bizlere aktarmıştır. Onun, Lazkiye’de bindiği bir Venedik ticaret gemisi ile Alanya’ya gelerek başlayan Anadolu yolculuğu, Sinop’tan bir Rum gemisi kiralayarak Kırım’a ulaşması ile sona ermiştir. Bu süre zarfında Anadolu içlerinde de birçok farklı yeri gezmiş olan İbn Battûta’nın, buraya ait olarak aktardığı sosyo-kültürel öğeleri çalışmamızda derlemeyi amaç edindik. Çalışmamızda, A. Sait Aykut’un çevirisini yapmış olduğu, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2000 yılında basılmış olan eser dikkate alınmıştır.

İbn Battûta, giriş yaptığı Anadolu toprakları için “Berrü’t-Türkiyye el-Ma’rûf bi Bilâdi’r-Rum” yani “Rum diyarı olarak bilinen Türk toprağı” tanımını yapmaktadır. Bu toprakların eskiden Rumlara ait olduğunu belirten İbn Battûta, Müslümanların burayı İslâmlaştırtığını ve Müslüman Türkmenlerin himayesi altında burada çokça Hristiyanın yaşadığını aktarır.

Alanya üzerinden Anadolu’ya giriş yapan İbn Battûta’nın Anadolu hakkında belirttiği ilk beyan önemli ölçüde dikkat çekmektedir:

“Rum diyarı diye bilinen bu ülke, dünyanın belki en güzel memleketi! Allah Teâlâ güzellikleri öbür ülkelere ayrı ayrı dağıtırken burada hepsini bir araya toplamış!

Dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı burada yaşar ve en leziz yemekler de burada pişer. Allah Teala’nın yarattığı kullar içinde en şefkatli olanlar buranın halkıdır.” Sıralamış olduğu yukarıdaki cümlelerden sonra Anadolu hakkında duyduğu şu cümleye de yer verir:“Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum’da!”

Anadolu’dan ne kadar çok etkilendiği, seyyahın yapmış olduğu yorumlardan net bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Birazdan aktaracak olduğumuz üzere onun gerçekten de gittiği ve uğradığı her yerde son derece misafirperver karşılandığını ve kendisine türlü hediyelerin verildiğini görüyoruz. Kendisi de bu durumu “Anadolu’ya geldiğimizde hangi zaviyeye gidersek gidelim büyük alâka gördük.” diyerek açıklamaktadır.

İbn Battûta, bulundukları yerlerde kadın veya erkek fark etmeksizin kendilerine ikramlarda bulunulduğuna temas eder. Bu beyanın ardından, daha önce bulunduğu topraklarının aksine kendisini şaşırtmış olsa gerek ki “Burada kadınlar yüzlerini örtmezler.” demektedir.

Burada yaşayan Müslüman halkın Hanefî mezhebinden olduklarını vurgulayıp, ayrı bir mezhebin bulunmadığına da temas eder.

Tüm Müslüman ahalinin Hanefî mezhebinden olması sebebiyle dualarda bulunan seyyah, Anadolu halkında gördüğü haşhaş yeme durumuna ayrıca sitem etmektedir.

Bu durum ileride yeniden karşımıza çıkacaktır. Anadolu hakkında bu genel yorumları yapan İbn Battûta, bu süreçten sonra gezmiş olduğu şehirleri, buraların birçok özelliğini dikkate alarak kaleme almıştır. Biz de, buradan itibaren seyyahın aktardığı verilerden sosyo-kültürel olanları dikkate alarak sizlere aktarmaya çalışacağız.

Aktarımlarına ilk olarak 1293 yılında Karamanoğullarının ele geçirdiği Alanya ile başlayan İbn Battûta, burası hakkında çok kısa malumat vermiştir. Kaynaklarda adına sadece el-Ömerî’de rastlanan Yusuf adındaki bir kişinin burayı yönettiğine ve konağının şehir merkezinden on mil uzakta olduğuna temas etmiştir. Buradan Antalya’ya geçmiş ve Antalya hakkında “Genişlik, güzellik ve ihtişam bakımından dünyanın en güzel şehirlerinden biridir.” beyanında bulunmuştur. Ayrıca Antalya’nın şehir planının son derece düzenli olduğunu belirtir.

Antalya’da Müslümanlar dışında unsurların bulunduğundan ve her birinin ayrı mahallelerde iskân ettiğinden bahseder.

İbn Battûta’nın aktarımlarına göre Hristiyan tüccarlar, limanda yaşıyorlar ve yaşamış oldukları mahallede çevrelerini duvarlar kaplıyordu. Burada yaşayan yerli Rumlar ve Yahudiler de kendilerine mahsus ayrı mahallelerde yaşamakta ve onların da çevreleri surlarla çevriliydi. Şehir merkezinde yaşayan Müslümanlara ait medrese, hamamlar ve zengin çarşılar bulunmaktaydı.

İbn Battûta, bir sonraki aşama olarak Ahîler’den bahsetmiştir. Türkmenlerin yaşadığı her yerde Ahîlerin de mevcut olduğunu belirtir. Türkmenlerin dilinden Ahî şeyhi, “sanatının ve zanaatının erbabını toplayan ve işi olmayan genç bekârları da bir araya getiren adam” olarak nitelendirilmekteydi. Kendilerine gelen misafirlerin can ve mal güvenlikleriyle beraber her türlü ihtiyaçlarının temini Ahîlerin sorumluluğundaydı diye aktarır. “Ben onlardan daha ahlâklı ve erdemlisini görmedim dünyada” diyen İbn Battûta, yine de Şiraz ve İsfahan halkının yaklaşımlarını Ahîlere benzetmiştir. Bu benzetiş üzerinden Ahîlerin misafirlere Şiraz ve İsfahan’a nispeten daha iyi davrandığı bilgisini de bizlere vermektedir.

Antalya’dan ayrılan İbn Battûta, buradan Burdur’a geçti. Bir gününü geçirmiş olduğu Burdur hakkında, etrafının bahçelerle çevrili küçük bir şehir olması ve kalesinin dik bir dağın tepesinde bulunması dışında fazla bir malumat vermemiştir. Yalnızca, bu bir gün içinde çok iyi bir şekilde ağırlandığına temas eder.

Burdur’dan sonra yine kalesinin yüksek bir tepede bulunduğu, etrafından çayların aktığı ve zengin çarşılarının olduğunu belirttiği Isparta’ya geçti.

Daha sonra ise günümüzde Isparta’ya bağlı olan Eğirdir’e geçen seyyah, burasının çevresinin ağaçlarla kaplı bir şehir olduğunu aktarır. Ayrıca buranın nüfusunun çok kalabalık olduğuna da temas etmiştir. Seyyah, şehirde bir gölün bulunduğundan bahseder ki bu göl Eğirdir Gölü’dür. Burası vasıtasıyla tekne ile farklı köy ve kasabalara geçiş sağlandığını söyler. İbn Battûta, Ramazan ayına denk gelen 1333 yılının Mayıs ayını bu şehirde geçirmiştir.

Eğirdir Gölü.

Gölhisar, daha sonra da Karaağaç (Günümüzde Denizli’ye bağlı bir ilçe olan Acıpayam) üzerinden Lâdik’e gelen İbn Battûta, bu güzergâhta Germiyanoğullarının saldırılarından bahsetmektedir ki güvenli bir yolculuk yapabilmesi için yanına asker verilmişti.

Lâdik’e Dûngûzlu da denildiğinden ve bu ismin Beldetü’l-Hanâzîr yani Domuz Diyarı anlamına geldiğinden bahseder. İbn Battûta’nın aktarımlarıyla, burada dünyada eşine rastlanmayan altın işlemeli pamuk elbiseler üretilmekteydi. Şehirdeki Hristiyan nüfusun fazla olması sebebiyle bu işi yapanların büyük bir kısmını da Rum kadınlar oluşmaktaydı.

1333 yılının Haziran ayına denk gelen Ramazan Bayramını burada geçiren İbn Battûta, bayram merasimleri hakkında önemli malûmat vermektedir:

“Camiye gittiğimizde baktık ki Sultan askerleriyle arz-ı endam eylemiş, Ahî yiğitlerden oluşan zanaat erbabı davul-zurna ve borularıyla, kendi mesleklerini gösteren bayraklarıyla hazırlanmışlar, tepeden tırnağa silah kuşanarak ihtişam yarışına girmişlerdi. Her sanat erbabı yanında getirdiği koyun, öküz ve ekmek yüklerini taşıyor; mezarlıkta kestikleri kurbanları ekmekle beraber fakir fukaraya dağıtıyorlardı. Bayram alayı burada kabristandan başlamaktadır. Oradan namaz kılınan yere gidilir.”

Namazdan sonra yenilecek yemek için iki sofra kurulmuştu. Seyyah, bunlardan birinin şeyhler ve Ahîler için, diğerinin ise fakirler için olduğundan bahseder.

Günümüzde Denizli’nin bir ilçesi olan Tavas üzerinden Muğla’ya, buradan da Milas’a geçen İbn Battûta, Tavas ve Muğla hakkında sosyo-kültürel bağlamda önemli bilgiler aktarmamıştır. Milas’ı Anadolu’nun en güzel ve en büyük şehirlerinden biri olarak nitelendirmektedir. Buranın hâkimi olan Menteşeoğlu Orhan Bey’in, fıkıh bilginlerini yanında tuttuğuna da ayrıca temas etmiştir.

Seyyah, aktarımlarına meyvesi bol, büyük ve güzel bir şehir olarak nitelendirdiği Konya ile devam etmiştir.

Burada Mısır’a ihraç edilen Kamerüddîn adında bir kayısı türünün yetiştiğine temas eder. Çarşıda, zanaat sahiplerinin kendilerine ait farklı yerlerde toplandıklarını söyler. Konya’da Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin türbesi ile de karşılaşan İbn Battûta, onun için “…bilginlerin kutbu, büyük ermiş…’’ demektedir.

Mevlânâ’ya ait olan Mesnevî adındaki eserin nasıl ortaya çıktığından da seyyah bahsetmektedir.

Öğrendiklerine göre bir gün Mevlânâ’nın tekkesine başında helva tepsisi ile birisi gelmiş ve Mevlânâ bu tepsideki helvadan bir dilim yemiştir. Tekkeye gelen adam oradan çıkıp giderken Mevlânâ da peşinden koşar ve uzun süre geri gelmez. Döndüğünde kimsenin anlamadığı şekilde Farsça şiirler okumaya başlamıştır. Onun söylediği şiirlerin, öğrencileri vasıtasıyla kaydedilmesi sonucu Mesnevî adı verilen eser ortaya çıkmıştır. Bu eserin Cuma günleri tekke ve dergâhlarda okunduğunu İbn Battûta söyler.

Seyyah, Konya’dan sonra günümüzde Karaman olarak bilinen Lârende’ye vardı. Peş peşe sıralanan bahçeleri ve gür sularıyla ünlendiğini belirttiği Lârende’de çok iyi şekilde ağırlandığından bahsetmiş ve Aksaray’a geçmiştir. Etrafının akarsu ve bahçelerle çevrili olduğunu, Aksaray’da, şehrin ismi ile “Aksarayî” olarak isimlendirilen koyun yünüyle dokunan halı ve kilimlerin bulunduğunu aktarır.

Aksaray.

İbn Battûta, Aksaray’dan sonra Karasu Nehri’nin ikiye böldüğü bir şehir olan Niğde’ye vardı. Bir bölümünün harap halde olduğunu belirttiği bu şehirden sonra Kayseri’ye geçen seyyahın, burada aktardığı bir bilgi son derece önem arz eder. Bu bilgi, şehirde hükümdar bulunmadığında yönetimin Ahîler tarafından sağlanmasıdır.

İbn Battûta’nın tabiriyle Ahîler “Davranışları, buyrukları ve ata binişleriyle tıpkı bir hükümdar gibi hareket ediyorlar!”

Seyyahın bir sonraki durağı, Eretna Bey’in başkenti konumundaki Sivas olmuştur. İbn Battûta, düzenli bir yapıya ve geniş caddelere sahip olduğunu belirttiği Sivas’ta, “Daru’s-Siyade” adı verilen ve Peygamber soyundan gelenlerin konakladığı bir yapı bulunmaktadır demektedir. Burada altı gün boyunca son derece misafirperver bir şekilde ağırlandıktan sonra Amasya’ya geçti.

Amasya.

Amasya için “Büyük bir ırmak kenarında, çevresi bağ ve bostanlarla kaplı, meyvelik ve ağaçlık bir şehir.” demektedir. Bahsi geçen ırmak Yeşilırmak’tır. Bu ırmaktan çekilen sular ile evlerin ve bahçelerin su ihtiyacının karşılandığını söyler. Amasya’nın ardından bugün Tokat’ın Erbaa ilçesi sınırları içinde bulunduğu bilinen Sonusa’ya geçti. Burada bir tekkede konakladıktan sonra gümüş madenlerinin bulunduğunu, Irak ve Suriye’den tüccarların gelerek mal satın aldıklarını belirttiği Gümüşhane’ye uğradı.

Şehre iki gün mesafede sarp dağların bulunduğunu söylediği Gümüşhane’den sonra seyyahın bir sonraki durağı Erzincan oldu. Buranın halkının büyük bir çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğunu aktarır. Şehrin kendi adıyla anılan kumaşların dokunduğuna temas eden İbn Battûta, çeşitli boyutlarda kapkacak yapımında kullanılan bakır madeninin de Erzincan’da olduğunu belirtir.

Seyyahın diğer bir uğrak noktası Erzurum olmuştur. Onun “İki Türkmen grubu” olarak belirttiği ve muhtemelen Akkoyunlular ile Karakoyunlular arasında gerçekleşen savaşlar sebebiyle şehrin büyük bir kısmının harabeye dönüştüğünden bahseder. Erzurum’da bir Ahî tekkesinde üç gün konakladı. Normalde daha erken yola koyulacak olan seyyaha Ahîler, misafirin en az üç gün konaklaması gerektiğini belirtmeleri sonucu seyahatini iptal etmiştir.

Erzurum.

İbn Battûta, Erzurum’a göre çok uzak bir mesafede olan Birgi’den bahsederek aktarımlarına devam etmektedir.

Bu duruma sebep olarak, seyyahın yaptığı yolculuklardan sonra eserin kaleme alınması ve bu süreçte bazı uğrak yerleri aktarırken atlamış olabileceği değerlendirilmektedir fakat Erzurum ile Birgi arasındaki mesafe düşünüldüğünde bu mesafenin de seyahatnamede yer aldığı ve ilgili sayfaların günümüze ulaşmamış olduğu ihtimali daha akla yatkın gelmektedir. İbn Battûta, bugün İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı bir mahalle konumundaki Birgi hakkında kültürel bağlamda malumat vermekten ziyade orada yaşadıklarına daha fazla yer vermiştir. Bir müderris ile Aydınoğlu Mehmet Bey’in huzuruna varmıştır. İbn Battûta’nın tabiriyle “Hükümdar koyun tulumları içinde un, pirinç ve yağ gönderdi bize. Türklerde böyle bir adet vardır.” demektedir. İbn Battûta, her gün aynı şekilde yanlarına malzeme geldiğini belirtmiş ve yemeklerini de bu malzemeler sayesinde yapmışlardır. Türklerin fıkıh bilginlerine ne derece büyük saygı gösterdiğinin örneği olarak, müderrisin başköşede, hükümdarın ise onun sağında oturmasını göstermiştir.

On dört gün kaldığı Birgi’den sonra Tire’ye uğramış ancak burası için “Bağlık, bahçelik, sulak bir şehir” demekten öteye bir bilgi vermemiştir. Ardından seyyahın “Ayasuluk” olarak tabir ettiği, Hristiyanlarca kutsal kabul edilen, bugün Selçuk olarak bilinen mevkiiye vardı. Burada son derece büyük bir kilise ile beraber, kiliseden camiye çevrilmiş olan yapılarla karşılaşan İbn Battûta, sosyal ve kültürel hayata dair verilerden bahsetmeden İzmir’e geçti. İbn Battûta, seyahat ettiği yerlerde uzun uzadıya, tanıştığı din adamlarının ve sair şahsiyetlerin hayatlarını ve kişiliklerine temas eder. Bu durum, bazen gitmiş olduğu yerlerin sosyal ve kültürel hayatına ait değerlerin de önüne geçmiştir. Bahsettiğimiz bu durum İzmir için de geçerlidir. Buranın büyük bir kısmının harap halde olduğuna temas etmesi dışında şehirle alakalı fazla bir beyanda bulunmamıştır.

İzmir’den sonra Manisa’ya giden seyyah, buranın hâkimi olan Saruhan Bey’i, birkaç ay evvel vefat eden oğlunun mezarında görmüş ve şu satırları aktarmıştır:

“Çocuğun cesedi yıkanıp hazırlanmış, kalaylı, demir kaplı tahta bir tabut içine konmuş ve cesetten çıkan kokunun kaybolması için çatısı açık bir kubbeye asılmıştı. Bir süre sonra çatı örülecek, tabut yere indirilecek, üstüne de ölünün elbiseleri örtülecekti.”

Manisa’dan Bergama’ya ulaşana kadar geçen süreçte seyyah iki kez hırsızlığa maruz kalmıştır.

Kalesi sağlam ancak şehrin harap halde olduğunu belirttiği Bergama’da, Eflatun’un yaşadığına ve evinin de halâ tanınır bir vaziyette olduğuna dair duyum aldığını aktarır. Ancak bu bir söylentiden ötede bir şey değildir. Eserin çevirmeni olan A. Sait Aykut’un belirttiğine göre Bergama’da yaşayan ünlü kişi Eflatun değil Galinos’tur.

Bergama’nın ardından zengin çarşılara ve kalabalık bir nüfusa sahip olduğunu belirttiği Balıkesir’e ulaşmıştır. Burada, halkın cuma namazlarını kılacağı büyüklükte bir caminin bulunmadığı ve bu sebepten şehir dışında bu durumu gidermek için farklı bir yapının inşa edildiğinden gayrı bir bilgi vermemiştir.

Balıkesir’den sonra Bursa’ya uğrayan seyyah, burası için “muazzam bir şehir” yakıştırmasını yapmıştır.

Bahçelerin ve gür çayların çevrelediğini belirttiği Bursa’nın şehir merkezinin dışında bir kaplıcadan bahseder ve burada biri kadınlar diğeri erkekler için hamamların olduğunu aktarır. Misafirlerin üç gün boyunca konaklayabileceği bir zaviyenin de bulunduğunu belirtir. Aşure günü (21 Eylül 1333) geldiğinde Bursa’da ordu kumandanlarının ve halkın davet edildiği bir şenliğin düzenlendiği, Kur’an tilaveti ve sair İslamî etkinliklerin gerçekleştiği İbn Battûta tarafından aktarılmıştır.

İbn Battûta Bursa’ya geldiğinde buranın hâkimi konumunda, Osmanlı Sultanı Orhan Bey bulunmaktaydı. Onun tabiriyle “Bu sultan, Türkmen hükümdarlarının mal, ülke ve askerce en büyüğüdür. Onun kaleleri yüze yakındır. Vaktinin büyük bir kısmını buraları dolaşmakla geçirir. Her kalede bir müddet kalarak etrafı kolaçan etmek, eksikleri tamamlamakla uğraşır. Anlatılanlara göre hiçbir şehirde bir aydan fazla oturmaz, devamlı kâfirlerle savaşır, onları kuşatırmış!”

Bursa.

Bursa’dan sonra boş bir halde karşılaştığını belirttiği İznik şehrine gelmiştir. Burada bir kısım saray hizmetkârı ile beraber Orhan Bey’in eşi Nilüfer Hatun’un bulunduğundan bahseder. İznik’te yaşayanların da evi, bahçe ve tarlasının toplu bir halde bulunduğuna temas eder. İbn Battûta, her türlü meyvenin bulunduğunu belirttiği İznik’te, kestanenin bolluğu ve ucuzluğuna ayrıca değinmiştir. Atının hastalığı yüzünden İznik’te kırk gün konaklamak durumunda kalan seyyaha Nilüfer Hatun ikramlarda bulunmuş, atı iyileşmeyince daha fazla beklemeden Sakarya Nehri üzerinde günümüzde Sakarya iline bağlı olan Geyve ilçesine ulaşmıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi İbn Battûta, burada da bulunduğu mevkiinin özelliklerini aktarmak yerine karşılaştığı kişi ile başından geçen bir durumu aktarmakla yetinmiştir.

Geyve’nin yirmi kilometre güneydoğusunda bulunan Yenice mevkii, onun bir sonraki durağı olmuştur.

Şirin ve büyük bir köy olarak belirttiği Geyve’de, yanına rehber mahiyetinde bir yardımcı bulduktan sonra Göynük mevkiine geçti. Buranın halkının Müslümanların idaresini kabul etmiş Hristiyan Rumlardan oluştuğunu belirtir. Bu mevkiide gezmiş olduğu diğer yerlere göre bağ ve bahçelerle karşılaşmadığını belirten seyyah, baharat olarak kullanılabilen soğanlı bir bitki olan safranın bulunduğuna temas eder. Göynük’ten Mudurnu’ya geçmek isteyen İbn Battûta ve kafilesi, rehberlerinin kendilerini yolda bırakması sonucu güç bir durumda kalmışlar ancak yolda karşılaştıkları tekke sakinleri sayesinde bu güç durumdan kurtulmuşlardır.

İbn Battûta, Mudurnu’ya gelmiş ancak burası ve halkı hakkında bir malumatta bulunmadan on günlük bir mesafede bulunan Kastamonu üzerine hareket etmiştir. Bu güzergâh üzerinde bulunan Bolu’da bir Ahî tekkesinde seyyahın kafilesi konakladı. İbn Battûta, buranın adetleri gereği tekkenin tüm bölümlerinde ocakların kış boyunca aralıksız yandığından bahseder. Buradaki Ahî tekkesinde konakladıktan sonra bugün Bolu’nun ilçesi konumundaki Gerede’ye vardı. Civarın en soğuk beldesi olarak tanımladığı Gerede için düzlük bir arazide cadde ve çarşıları büyük bir yerdir diye aktarım yapmaktadır.

Seyyahın bir sonraki rotası, tepe üzerinde kurulmuş küçük bir şehir olan, Borlû olarak belirttiği, bugün Safranbolu olarak anılan yerdir. İbn Battûta buraya geldiğinde şehrin hâkimi Candaroğlu Süleyman Bey’in oğlu Ali Bey’di. Seyyahın ve bir takım misafirin katıldığı bir meclis düzenlenmiş, burada Kur’an-ı Kerim okunmuştur. Safranbolu’da bir gün konaklayan İbn Battûta ve kafilesi, ertesi gün Kastamonu’ya ulaşmışlardır.

Kastamonu.

İbn Battûta, Kastamonu için “Bu şehir Anadolu’nun en güzel, en büyük beldelerindendir. Yaşamak için her kolaylık var! Eşya fiyatları çok ucuz.” demektedir.

Kastamonu’da kırk gün kaldıklarını belirten İbn Battûta, burada iki dirheme iri bir koyun ve yine iki dirheme kendilerine yetecek kadar ekmek alabildiklerini beyan eder. Kastamonu’nun ucuzluğuna dair “İki dirhemlik bal alsak hepimiz doyuyorduk. Bir dirhemlik kestane ile ceviz aldık mı hepimiz yesek de artıyordu! Kış mevsiminin en soğuk günlerini geçirdiğimiz halde bir yük odun tek dirheme satın alınabiliyordu! Bugüne kadar dolaştığım bunca ülke arasında bu şehir kadar ucuzunu görmedim!” cümlelerine de ayrıca yer vermiştir. Kastamonu hâkimi Süleyman Bey, seyyaha Kastamonu’ya yarım gün uzaklıktaki bir mevkiinin buğday ve arpa hasadını vermiş ancak seyyah, fiyatların ucuzluğu sebebiyle müşteri bulamadığını ve burayı bir başkasına bıraktığını belirtmiştir.

Kastamonu’da adet gereğince ikindi namazından sonra genel bir meclis kurulduğundan bahseden İbn Battûta, burada sofraların kurulduğu ve kimse ayırt edilmeksizin herkese ikramlarda bulunulduğunu aktarır. Kastamonu’dan ayrılan İbn Battûta, yol üstünde “ülkenin en büyük ve en güzel zaviyesi” olarak nitelendirdiği bir yapı ile karşılaşmıştır. Çevirmenin notuna göre bu zaviye, Yavlak Arslan tarafından bugün yine Kastamonu’nun bir ilçesi konumundaki Taşköprü’de yaptırılan Muzafferiye Medresesi’dir.

Buradan sonra İbn Battûta’nın durağı, yine Candaroğlu Süleyman Bey’in diğer bir oğlu olan İbrahim Bey’in yönettiği Sinop şehri olmuştur. Doğu kısmının haricinde şehrin tamamen denizle çevrili olduğunu belirten İbn Battûta, kalabalık ve büyük bir şehir olmasının yanı sıra sağlam bir yer olduğunu da söyler. 1268 yılında Süleyman Pervâne tarafından inşa edilen Alâeddîn Cami ile karşılaşan seyyah, burayı “gördüğümüz mabetlerin en güzelleri arasındadır.” diye tabir etmektedir.

İbn Battûta, burada halkın yaşayışıyla alakalı farklı bir bilgiyi bize aktarmaktadır. Seyyahın “haşîş” olarak andığı kenevir otunun/esrarın, sıkça kullanıldığını söylemektedir.

“Hakikaten bütün Anadolu ahalisi bu maddeyi kullanmakta hiçbir sakınca görmemektedir!” diyerek bu durumu tüm Anadolu için genellemektedir. Sinop’ta cami önünde kaplar içinde bulunan esrarı, gelenlerin kaşık kaşık yediğini gördüğünü de ayrıca bize aktarmaktadır.

Seyyahın Sinop’ta bulunduğu dördüncü günde, İbrahim Bey’in annesi vefat etmiş ve İbn Battûta da cenazeye katılmıştır. Cenazedeki gözlemleri doğrultusunda İbrahim Bey’in yaya bir şekilde ve başında herhangi bir hâkimiyet sembolünün bulunmadığını, askerlerin hem başlarının açık hem de kaftanlarının ters giyildiğini, yargıç ve hatiplerin ise sarık yerine siyah bir bezi başlarına doladıklarını ve onların da elbiselerini ters giydiklerini belirtir.

Deniz yolunu kullanmak için elli bir gün Sinop’ta uygun zamanı bekleyen İbn Battûta, kiraladığı bir Rum gemisi ile Kırım’a geçerek Anadolu’dan çıkış yapmıştır.