Bu yazı Hakan Bozdemir tarafından hazırlanmıştır.
Delhi Türk Sultanlığı ile alakalı bir önceki yazımızda, 1206-1266 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kutbîleri ele almıştık. Bahsettiğimiz yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Bu yazımızda ise 1266-1290 yılları arasındaki Balabanlar ve 1290-1321 yılları arasında hüküm sürmüş olan Halacîler’i ile alacağız.
Kutbîlerin son sultanı Mahmud Şah, Delhi Türk Sultanlığının kurucusu Kutbeddin Aybeg’in damadı olan ve kendisinden sonra sultan olan İltutmuş’un Kırklar’ından Gıyaseddin Balaban’ın kızı ile evlenmiş ve bu sayede Gıyaseddin Balaban’ın otoritesi büyümüştü. [1] 18 Şubat 1266 tarihinde Mahmud Şah’ın ölmesi ve arkasında sağ çocuğu olmaması sebebiyle sultanlık için girişimlere başlayan Balaban, Delhi’de tahta çıkmıştır.
Balaban tahta geçer geçmez onunla diğer Kırklar arasında mücadele başlar. Burada, daha önceki yazımızda belirttiğimiz Kırklar kavramı üzerinde yeniden durmamız yerinde olacaktır. Sultan İltutmuş’un (1211-1236) bizzat kendisine ait ve devlette üst mevkilerde boy gösteren 40 Türk’ten oluşan köleleri, Kırklar ya da Çehelgani olarak adlandırılmaktadır. [2] Kendisi ile mücadeleye girişen Kırklar’ı hızla düzene sokup, itaate mecbur bıraktı.
Balaban’ın 22 yıl sürecek olan saltanatı, çatlaklar görülmeye başlayan sultanlığı yeniden toparlamaya muvaffak olacaktır.
Kurmuş olduğu düzen ve sıkı disiplin sultanlığın her yanında belirtilerini gösterecektir. Uluğ Han Balaban’ın, avlanmaya bile güvendiği 1.000 kişiden oluşan ordu ile gittiği bilinmektedir. [3] İlhanlı hükümdarı Hülâgû’nun, Balaban için “Balaban akıllı bir hükümdar ve tecrübeli bir idareci… Dışarıdan avı çok seviyor gibi görünüyor ama asıl gayesi birliklerini talim üzerinde tutmak.’’ dediği belirtilir. Sefere çıkmadan önce büyük hazırlıklar yapar, maliye ve savaş bakanlıklarını bu doğrultuda yönlendirir ancak seferin ne zaman, nerede ve kime karşı yapılacağı konusunda kimseye bilgi vermezdi. Bu bilgiler ancak seferin son aşamasında belli olurdu. [4] Balaban’ın hükümdarlık anlayışına göre bu görev kutsaldır ve ancak Allah tarafından tesis edilir. [5] Bu durum diğer Türk topluluklarında karşımıza çıkan Kut anlayışı ile de benzerlik göstermektedir.
Uluğ Han Balaban, tahta geçtikten sonra Müslüman nüfusun Hindu nüfusu karşısında azınlık konumuna düşmemesi ve isyanların ortaya çıkmaması için Hinduları göçe zorlayıp, yerlerine Müslümanları yerleştirdi. Delhi çevresindeki ormanlarda yaşayan hırsız ve eşkıyaları temizlemek için de bir takım girişimlerde bulunup, bölgedeki tüccarları rahatlatmıştır. Tarihçi Berenî’ye göre bu ormanlıkları kestirerek yaptırdığı üç karakola Afganları yerleştirmiştir. [6] Afganların ilerleyen süreçte sultanlık içinde fazlaca zikredilecek olması, bu bilgiyi önemli kılmaktadır çünkü Afganların sultanlık içerisindeki ilk yerleşimi bu durumla açıklanmaktadır.
Devlet adamları ile yaptığı bir konuşmada kendisine, daha önce Delhi Sultanlığı’nın olan ancak elden çıkmış şehirlerin geri alınması ve Hindistan’ın diğer bölgelerinin fethi için zamanın gelip gelmediği sorulunca Balaban şu cevabı vermiştir: “Moğolların bütün İslam ülkelerini fethettiği, Lahor’a girdiği ve her yıl ülkemizi almayı denediği şu kargaşalık ve tehlike dolu günlerde, Delhi’den ayrılarak uzak ülkelere sefere çıkmak akıllıca bir hareket olmaz. Şayet başkentten ayrılırsam Moğollar hiç şüphesiz fırsatı Delhi’yi yağmalayarak ve Doab’ı tahrip ederek değerlendireceklerdir. Kendi ülkemiz tehlikedeyken, sınırlarımız içinde sulhu koruyarak gücümüzü arttırmak, yeni ülkeler fethetmekten çok daha yararlıdır. Üstelik yeni alınan ülkeler, tecrübeli komutanlar ve iyi donatılmış ordular ister…’’ [7]
Balaban, özellikle Moğollara karşı savaşacak düzenli birlikler kurar.
Bu birliklerin başına da büyük oğlu ve veliahttı olan Muhammed’i geçirir. Bu birliklerin oluşumunu tamamladıktan sonra da seferlere girişmeye başlar. 1268-1269 seferinde, daha önce kaybedilen Pencab’ı yeniden ele geçirmiş ve burada sultanlığa itaat etmeyen Hinduları sindirmiştir. 1270 yılında Moğollar tarafından yıkılmış olan Lahor’u yeniden kurar.
1279 yılında Moğollar, Pencab’a saldırır ve sınır içlerinde bir hayli ilerlerler fakat Balaban’ın kurduğu birlikler tarafından bozguna uğratılırlar. Bu süreçten sonra Moğollar, Balaban’ın sultanlığı döneminde bu denli bir saldırı girişimine yeniden kalkışamamışlardır. [8] Yukarıda aktarmış olduğumuz Balaban’a ait sözler ve akabinde Moğollara karşı alınan başarılar, Balaban’ın ne derece ileri görüşlü olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır ancak sultanlık içindeki valilerin tamamen sadık olmadıkları veya tam itaatten uzak oldukları bu süreçte yaşanan bir isyan ile karşımıza çıkmıştır. Sultanlığa ait ordunun büyük bir kısmının Moğollara karşı hareket etmesi Lakhnauti (Bengal) valisi Tuğrul için bir fırsat olmuş ve isyan etmiştir.
Balaban, Tuğrul’un isyanını bastırması için komutanlardan Alptegin’in hızlıca göndermiş fakat Alptegin’in ordusundaki birçok asker Tuğrul’un tarafına geçmiş ve Alptegin mağlup bir şekilde Delhi’ye geri dönmüştür.
Alınan bu başarısızlıktan ve orduyu iyi kumanda edemediğinden dolayı Balaban, Alptegin’i idam etmiştir. Balaban bu kez Tuğrul’un üzerine Türmedi adındaki komutanı göndermiş fakat o da Alptegin gibi başarı sağlayamamış ve idam edilmiştir. Yaşanan bu durumlardan dolayı komutanlara güveni kalmayan Balaban, kendi bir sefer tertip eder ve Tuğrul gelen bu ordu karşısından duramayacağını anlayarak Lakhnauti’den Cacanger’e doğru kaçmaya karar verir. Lakhnauti’ye ulaşan Balaban, burada birkaç gün dinlendikten sonra Tuğrul’u ve adamlarını yakalayarak çarşı meydanında asmak suretiyle öldürmüştür. Lakhnauti’ye oğlu Buğra’yı vali olarak tayin etmiştir. [9]
Oğlu Buğra’ya çarşı meydanında asılanlara göstererek: “Olur ki bir gün müfsit bir nankör sana Delhi padişahı ile bozuş ve onun buyruklarına uyma der, o vakit büyük çarşıdaki siyasetimi hatırla! Bunu bil ve benim bu sözümü unutma ki Hint, Sint, Malva, Gücerat, Lakhnauti (Bengal), Sonargaon’da bulunan ve haraç veren hükümdarlar veya valiler Delhi padişahına karşı ayaklanıp kılıca sarılırlarsa kendilerinin, çoluk çocuklarının, adam ve oymaklarının sonu Tuğrul ve Tuğrul’un adamları gibi olur.’’ dediği rivayet edilir. [10] Oğlunu Lakhnauti’de bırakan Balaban, Delhi’ye döner.
Balaban’ın, Moğollar ile mücadele etmesi için görevlendirdiği oğlu ve aynı zamanda veliahttı olan Muhammed, 1285 yılında 30.000 kişilik Moğol ordusu ile büyük bir savaşa tutuşur ve bu savaşta hayatını kaybeder.
Hikmet Bayur, eserinde bu olayı şöyle açıklamaktadır: “Moğolların yaptığı bu akını kendisine (Muhammed’e) bildiren yazıda bu sayı (30.000), nokta ile gösterilen sıfırların biri iyi yazılmadığından 3.000 diye okunur, Muhammed ona göre az adamla akıncılar üzerine yürür ve şehit düşer.’’ [11] Doğru olma ihtimali çok zayıf olan bu aktarımdan başka Muhammed’in hayatını kaybetme hadisesi için Moğolları püskürttükten sonra, namaz kılmak için uygun olduğunu düşündüğü bir yerde Muhammed secdeye varınca Moğollar tekrar saldırmış ve bu saldırıda gafil avlanan Muhammed öldürülmüştür şeklinde aktarımlar da mevcuttur. [12]
Balaban, veliahtı olan oğlu Muhammed’i kaybettiği için çok üzülmüş ve Lakhnauti ‘ye vali olarak tayin diğer oğlu Buğra’yı veliaht ilan etmek için Delhi’ye çağırmıştır. Devlet yöneticiliği vasıflarına sahip olmayan Buğra, kısa sürede kendini eğlenceye vermiş, bu süreçte 80 yaşında bulunan Balaban istemese de Buğra’nın oğlu Muizzeddin Keykubad’ı veliaht ilan etmiştir. Kısa süre sonra da 1286/1287’de vefat etmiştir.[13]
Keykubad tahta çıktığında 18 yaşında bulunuyordu.
Küçüklüğünden beri dedesi Balaban’ın kontrolünde yetişmiş, sıkı disiplin altında birçok alana vakıf bir şahsiyet olarak büyüdü. Tahta çıktıktan sonra hızlı bir değişime giren Keykubad, kendisini aşırı derecede eğlenceye vermiş hatta kendine yeni bir saray yaptırarak, yakın adamları ile beraber birçok kadını buraya getirtmiştir. Bu süreçte Naibü’l-Mülk makamına Melik Nizameddin adındaki bir devlet adamı getirilmiş ve Sultan Keykubad’ın gözüne girmeyi başarmıştır. Sultanlıkta aktif rol oynayan birçok Türk’ü iftira atarak öldürtmüş, bu sebepten dolayı diğer Türkler, şehit olan Muhammed’in oğlu Keyhüsrev’in etrafına yığılmaya başlamıştır. Keyhüsrev’in bu Türklerden alacağı destek ile tahtı ele geçirebileceğini düşünen Melik Nizameddin, Keykubad’ı ikna ederek Keyhüsrev’i de öldürtmüştür.
Keykubad’ın babası Buğra Han, Delhi’de olanlardan sonra oğluna mektup göndererek yaşananlara son verilmesi gerektiğini öğütlese de bir şey değişmemiş ve ordusu ile beraber Delhi’ye yürümüştür. İki ordu karşı karşıya gelse de devlet adamları böyle bir çarpışmanın ortaya çıkmasına izin vermemişler ancak Buğra Han’ın, oğlu Keykubad’ın elini öpmesini istemişlerdir. Buğra Han, aslında saltanatın kendi hakkı olduğunu fakat şu an o makamda kendi oğlu olduğunu ve asıl baba olarak saygıyı kendisinin görmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Devamında yine de babası Balaban’ın ne koşulda olursa olsun Delhi’deki saltanata saygı gösterilmesi gerektiğini söylediğini hatırlatarak oğlunun önünde eğilip secdeye varmıştır. Bu durum karşısında çok üzülen Keykubad, hızlıca babasından özür dileyerek onu tahta oturtup karşısında diz çökmüştür.
Buğra Han, oğluna birçok nasihat verdikten sonra son olarak tez vakitte Melik Nizameddin’den de kurtulması gerektiğini söyledi.
Sultan, Melik Nizameddin’den Multan’a gitmesini ve buradaki meselelerin çözümü istedi. Bu görevin kendisini uzaklaştırmak için olduğunu fark eden Melik Nizameddin, türlü bahanelerle gidişini erteleyince devlet adamları tarafından zehirlenmek suretiyle öldürüldü. Böylece sultanlık büyük bir sorundan kurtulmuş oldu lakin Keykubad hale içki içmekte, devlet işlerinden çok kadınlarla meşgul olmaktaydı. Bu hal uzun sürmedi ve hastalanarak yatağa mahkûm oldu. [14] Melik Nizameddin’in yerine bir Türk kabilesi olan Halacîler’den Celaleddin Fîrûz Şah, Naibü’l-Mülk makamına getirildi.
Durumu iyice kötüye giden Keykubad, tahtını oğlu Keyûmers’e vermiş fakat bu süreçte Celaleddin Fîrûz Şah’ın otoritesi saray içinde iyice güçlenmişti. Fîrûz Şah, 1290 yılında fırsatını bulup Sultan Keykubad ve oğlu Keyûmers’i öldürterek tahtı ele geçirdi. Böylelikle Delhi Türk Sultanlığında yeni bir hanedan olan Halacîlerin dönemi başlamış oldu. Halacîler, 1290 yılından 1321 yılına kadar hüküm sürmeyi başaracaklardır. [15]
Celaleddin II. Fîrûz Şah tahta çıktığında 70 yaşındaydı. Tahta çıkmasının üzerinden çok geçmeden Balaban’ın yeğeni Melik Çehçu’nun isyanı ile karşılaştı. Melik Çehçu, Balaban’ın adamlarının da desteğini alarak Delhi’ye doğru yola koyuldu. II. Fîrûz Şah da kendi ordusunu tertip edip onu karşılama üzere yola çıktı. Vehb Nehri civarında Çehçu mağlup olmuş, kaçmayı başarsa da bir süre sonra esir düşmüştür. II. Fîrûz Şah, onu affederek, bunu Balaban’a olan saygısından yaptığını bildirmiştir.
II. Fîrûz Şah, Rantapur’u ele geçirmek için hareket etse de Moğolların Pencab’a yeniden saldırması geri dönmesine sebep olmuştur.
1292 yılına gelindiğinde Moğollar, Sultanlığa ait birçok yerde yağmada bulunmuştur. 100.000 askerlik bir orduya sahip olan Moğollar, II. Fîrûz Şah’ın direncine daha fazla dayanamamış ve mağlup olmuşlardır. Savaş yanlısı olmayan II. Fîrûz Şah, Moğollar ile anlaşmalar yaparak birçok Moğol askerinin Delhi ordusuna katılmasını sağlamıştır.
II. Firuz Şah, bu kez de yeğeni Alâeddin’in saltanata hâkim olmak isteyişiyle karşı karşıya geldi. Alâeddin, aynı zamanda II. Fîrûz Şah’ın damadıydı. II. Firuz Şah, Alâeddin’in emellerini anlayınca kendisi ile konuşmak ve aralarındaki problemi bitirmek istedi. Damadı ve aynı zamanda küçüklüğünden beri koruyup kolladığı Alâeddin ile görüşmeye silahsız bir şekilde gitti ancak bu fırsatı değerlendiren Alâeddin, 1296 yılında II. Firuz Şah’ı öldürttü.
Celaleddin II. Firuz Şah’ın ölüm haberi saraya ulaşır ulaşmaz karısı Melike-i Cihân, onun en küçük oğlu Rükneddin İbrahim’i tahta çıkardı. Çocuğunun küçük yaşta olması sebebiyle, sultanlıkta Melike-i Cihân’ın otoritesi kabul edilecekti fakat beklenildiği gibi olmadı. Alâeddin Halacî, Delhi üzerine yürüyünce Melike-i Cihân, oğlu ile beraber Multan’a kaçmak ve tahtı Alâeddin Halacî’ye bırakmak zorunda kaldı. [16]
Yaşanan gelişmelerden ancak beş ay sonra Alâeddin Halacî Delhi’ye ulaştı ve 1296 yılında sultanlık tahtına oturdu.
İktidarını sağlama almak için II. Firuz Şah’ın oğullarını ortadan kaldırdı. Alâeddin Halacî’nin saltanatı, Hindistan’ın ele geçirilmeyen bölgelerine çokça seferler yapması sebebiyle önemlidir. [17] Alâeddin Halacî, Moğollardan fırsat buldukça Hindistan içlerine yönelmiş ve bu sayede Gucerat, Ranthambor, Çitor, Malva, Calor, Sivana ve Devagiri’yi fethetmeyi başarmıştır. [18]
14. yüzyılın ilk yıllarında Moğollar, Delhi kapılarına kadar gelmiş fakat geri çekilmek zorunda kalmışlar, 1304 yılına gelindiğinde ise Taragay komutasında 12.000 ordu ile Pencab’a yeniden saldırmışlardır. Bu kez önemli buğday depolarına da hakim olmaları Delhi’de kıtlık ortaya çıkarmıştır. Bu yıl İlhanlı Devleti’nde yeni hükümdar değişikliği yapılmış, Gazan Han ölmüş, yerine Olcaytu hükümdar olmuştur. [19] Bu dönem, Çağatay Hanlığı’nda ise taht kavgalarının şiddetlendiği bir dönemdi. Moğolların bu dengesiz durumu, Hindistan topraklarındaki Moğolları sarsmıştır. Moğolların içinde bulunduğu hali fırsata çeviren Alâeddin Halacî, ani bir baskınla Moğolları kaçmaya mecbur etmiştir.
Vergisini ödemekten vazgeçen Rantapur üzerine ordu gönderilmiş fakat komutanın ölmesi, Alâeddin Halacî’yi bizzat Rantapur’a gitmeye yönlendirmiştir.
Uzun süren kuşatma, Alâeddin Halacî’nin burada zaman kaybetmesine sebep olmuştur. Burada bulunan yeğeni İkat Han da, amcasını öldürerek tahta çıkma hevesine kapılmıştır. Sultanı boş yakaladığı bir sırada onu ok darbeleri ile yaralamış, öldürdüğünü sanarak tahtın sahibi olmak adına devlet adamlarının yanına varmıştır. Burada kendisine biat verenler de olmuştur fakat bir süre sonra Alâeddin Halacî’nin gelmesi, İkat’ın kaçmasına ve akabinde yakalanarak öldürülmesine sebep olmuştur.[20]
Sultanlıkta isyanların bir türlü önüne geçilememiş, bu kez de Alâeddin Halacî, Delhi’ye henüz varmamışken Delhi’de Hacı Mevlana adındaki bir şahsın ve İltutmuş soyundan gelen bir kişinin isyanı patlak verdi. Delhi’deki silah depoları yağmalanmış, hapishanelerdeki mahkûmlar dışarı çıkartılmıştı. Alâeddin Halacî, bu isyanların bastırılması için Uluğ Han’ı görevlendirmiş ve sorumlular yakalanmıştır.
Alâeddin Halacî’yi bu isyanlar çok rahatsız etmekteydi.
Devlet adamları ile yaptığı istişareler neticesinde kendisine; halktan uzak kaldığının, emirlerin düzensiz akrabalıklar kurduğunun, şarabın halk içinde çok yaygın hale geldiğinin ve halkta ihtiyaç fazlası hazinenin bulunmasının onları kötü işlere sevk ettiği gibi bir takım konularda şikâyetler belirtilmiştir.
Alâeddin Halacî, bahsedilen bu durumları onaylayarak; devlet adamlarının izinsiz akrabalık kurmasının önüne geçilmesi, şarabın yasaklanması ve halkta haddinden fazla sermayeye sahip olanların geçimine yetenden arda kalan hazinelerinin devlet hazinesine aktarmaları yönünde çeşitli fermanlar çıkartmıştır. [21] Alâeddin Halacî, problemleri hallettikten sonra Çitor üzerine sefere çıkmış ve burayı da ele geçirmiştir. Yağmalarıyla sultanlığa çokça vakit ve kaybettirmiş ve birçok zayiat verdirmiş olan Moğollar, yeniden Hindistan’da boy göstermeye başlamıştır.
Bu zorlu süreç, Alâeddin Halacî’yi Dekken’de kendisine karşı sert tutum izleyen Ramaçandra’nın (Radiv) üzerine gitmekten alıkoyar.
1306 yılında Moğollar geri çekildiklerinde Alâeddin Halacî, derhal Dekken üzerine sefere çıkmış ancak 1311 yılına kadar burada oyalanmak durumunda kalmış ve ancak bu yılda nihai sonuca ulaşabilmiştir. 1312 yılında Alâeddin Halacî, büyük oğlu Hızır Han’ı veliaht ilan eder. Son yıllarını hasta bir şekilde geçiren Alâeddin Halacî, 1315 yılında ölmüştür. Bir rivayete göre Alâeddin Halacî, Melik Naib tarafından zehirlenmiştir. Onun ölümü, Delhi için büyük bir kayıp olarak görülmektedir. Alâeddin Halacî’den sonra sultanlıkta birçok taht kavgası yaşanacak ve bu durum devleti geri götürecektir.
Alâeddin Halacî öldükten sonra, veliaht ilan ettiği Hızır Han, Melik Naib’in girişimleri ile hapse attırılır ve ardından hazırlanan sahte bir vasiyetle Şehabeddin Ömer’i tahta çıkartılır. Melik Naib, Ömer’in 6 yaşında olmasından faydalanarak devleti yönetmeyi amaçlıyordu. Hızlıca şehzadeleri öldürme işine koyulmuş ancak sıra Mübarek Şah’a geldiğinde Türk emirlerin desteği ile Melik Naib öldürülmüştür. 1316/1317 yılında gerçekleşen bu olay sonucunda Mübarek Şah, Delhi tahtının sahibi olmuştur.
Mübarek Şah, 4 yıl sürecek saltanatında ilk iş olarak babasının koyduğu sıkı kuralları kaldırmıştır. Devlet hazinesine aktarılmış malları, yeniden halka dağıtmıştır. Yaptığı bu iş ile çevresinde geniş bir destek buldu. Ayrıca “Halifetullah’’ ünvanını da almıştır. Bu ünvanı kullanan tek Delhi sultanıdır. [22] Sarayda Hint asıllı Hüsrev adındaki bir şahıs Mübarek Şah’ın güvenini kazanmayı bilmiş hatta güvenlik teşkilatı onun emrine verilmiştir. Hüsrev, kısa sürede saray içine birçok Hintli yerleştirip tahta göz dikmiştir. Arkadaşları ile kurduğu bir plan doğrultusunda 26 Nisan 1320 tarihinde, başını kesmek suretiyle Mübarek Şah öldürülmüştür. [23]
Mübarek Şah’ın öldürülmesinden sonra Hüsrev Şah, Delhi’de tahta çıkmıştır.
Yukarıda aktardığımız üzere Hint asıllı Hüsrev Şah’ın tahta geçmesi, Delhi Türk Sultanlığında ilk defa bir Hintlinin tahta çıkmasına sahne oldu. Bu süreçte Müslüman olmayan Hintliler adeta bir bayram havasında eğlenceye başladılar. Açık açık Müslümanların artık defolup gideceklerini söylemeye başlamışlardı. Hüsrev Şah, devletteki tüm Hint asıllı cariyeleri serbest bırakmış, yetkileri akrabalarına vermeye başlamıştı. Hüsrev Şah’ın giriştiği faaliyetler, Mübarek Şah zamanında kendini gösteren Türk komutan Tuğluk’un dikkatini çekmiş ve onun bir an önce tahttan indirilmesi gerektiğine kanaat getirmiştir.
Ordusu ile harekete geçen Tuğluk, henüz yeni orduya dâhil edilmiş Hintlilerden oluşan askerlere karşı, ardı ardına iki kez başarı sağlamış ve kaçan Hüsrev Şah’ı yakalayarak başını kestirmiştir. [24] Hüsrev Şah, tahtta henüz bir yılını dolduramadan öldürülmüştür. Gıyaseddin Tuğluk’un tahta geçmesiyle beraber 1320-1413 yılları arasında hüküm sürecek olan yeni bir hanedan, Tuğluklar dönemi başlamış oldu.
Dipnotlar ve Kaynakça
[1]Y. Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, TTK, C.1, 1987, s.291.
[2]Ayrıntılı bilgi için bkz: Gavin Hambly, ‘’Delhi Sultanı Şemseddin İltutmuş’un Kırk Memlûku Cihilgani Kimdi?’’, Çev. Gaye Yavuzcan, Tarih Okulu, S.4, Y.2009, ss.127-136.
[3]S. Haluk Kortel, “Delhi Türk Sultanlığı’nda Saray Hayatından Bazı Kesitler (1206-1414)’’, Tarih Dergisi, S.38, 2003, s.34.
[4]M. Aziz Ahmet, Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi Türk İmparatorluğu, Haz. Tansu Say, Tercüman Gazetesi Kervan Kitapçılık, s.244-245.
[5]Ayrıntılı bilgi için bkz: Ahmet, Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi…, s.248.
[6]Mujiburahman Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar Bölgede Kurulan Hanedanlıklar, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2012, s.47.
[7]Ahmet, Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi…, ss.256-257.
[8]Bayur, Hindistan Tarihi, s.298.
[9]Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, s.70.
[10]Bayur, Hindistan Tarihi, s.298.
[11]Bayur, Hindistan Tarihi, s.299.
[12]Ahmet, Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi…, ss.263-264; Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, ss.70-71; Muhammed’in şehit olması ile alakalı diğer bir kaynak için bkz.: Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnamesi, C.2, Çev. A. Sait Aykut, YKY,2000, s.626.
[13]Delhi the Capital of İndia, All Abaut Delhi, Asian Educational Services, New Delhi, 1997, pp.60-61; Ahmet, Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi…, s.271.
[14]Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnamesi, s.628.
[15]Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, s.73; Bayur, Hindistan Tarihi, s.300.
[16]S. Haluk Kortel, “Delhi Türk Sultanlığı’nda Saray Hayatından Bazı Kesitler (1206-1414)’’, s.28-29.
[17]Gordon Johnson, Atlaslı Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi 10 – Hint Dünyası, İletişim Yayınları, 1998, s.81.
[18]S. Haluk Kortel, “Delhi Türk Sultanlarının Telingana Seferleri’’, Avrasya İncelemeleri Dergisi, IV/1, 2015, s.2; Alâeddin Halacî için Himalayalar’dan geçerek Çin’i bile fethetmeye niyetlendiği söylenir bkz: Yusuf Halaçoğlu, “Alâeddin Halacî’’, DİA, C.2, 1989, s.330.
[19]Abdülkadir Yuvalı, “İlhanlılar’’, DİA, C.22, 2000, s.103.
[20]Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, s.79.
[21]Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, ss.79-80; Bayur, Hindistan Tarihi, ss.308-309.
[22]Farooqı, N. R., ‘’Delhi Sultanlığı’’, DİA, C.9, Y.1994, s.130.
[23]Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnamesi, s.636; Bayur, Hindistan Tarihi, ss.316; Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, s.81.
[24]Timur, Gazneli Devletinden Babürler Devletine Kadar…, s.82; Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnamesi, s.641.
Yanıtla