Bu içerik, Eray Sezer tarafından hazırlanmıştır.
Adına “din” dediğimiz kavram, insanlığın var olduğu ilk günden bu yana farklı şekillerle karşımıza çıktı. Beşeriyetimizle öyle iç içe geçti ki, zamanla siyasal yaşantının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Kimi devletler için dikkate değer bir rol oynamazken, kimileri için bir “hüviyet” teşkil etti.
Yazının başlığında sözü geçen “din devleti” ifadesi, teknik anlamıyla “teokrasi” ile idare olunan ve yöneticisinin dini kurallara göre seçildiği bir yapıyı işaret etmekten çok, mensup olduğu din ile bütünleşmiş, siyasi geleceği dinî gelişmelere göre değişen, ruhban sınıfının “uhrevi” boyutu aşarak “siyasi” rol üstlendiği devletleri işaret etmektedir.
Tarihte “din devleti” olarak nitelendirilebilecek pek çok devlet bulunsa da, M.S. 330 – 1453 yılları arasında 1124 yıl boyunca varlığını sürdüren ve “Ortodoks Hıristiyanlığının kalbi” olarak bilinen Bizans İmparatorluğu’nun bu konuda özel bir yeri bulunmaktadır.
Hıristiyan Bizans, Varlığını Bir Pagana Borçludur: Büyük Constantinus
İsa’nın öğretisi, “statüko” olarak tabir edebileceğimiz dönemin Romalı yöneticileri tarafından uzun yıllar şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Ancak bir yandan tek tanrılı bir inanç olan Museviliğin, diğer yandan Doğu kökenli mistik inançların yaygınlaşmaya başlamasının bir sonucu olarak, çok tanrılı eski pagan inancı Roma halkları tarafından sorgulanmaya başlamıştı. Yüzyıllar boyu misyonerlik yapan Hıristiyan müminler nihayet amaçlarına ulaştıklarında, toplumun ciddi bir kısmı Hıristiyanlığa hayırhah bir nazarla yaklaşıyordu. Bir Bizans tarihçisine göre “Hıristiyanlık, en umutsuz yüreklerde bile yeni bir umut yaratan ahlaki bir sistem sunuyordu.”
Statüko’nun Hıristiyanlığa yaklaşımı ise, İsa’nın doğumundan ancak 312 yıl sonra, bir iç savaşla değişecekti. Günümüz tarihçileri tarafından “büyük” sıfatıyla anılan Constantinus, İmparator Maxientus’a bağlı kuvvetleri yenilgiye uğratarak kendini Roma’nın imparatoru (Augustus) ilan ettiğinde, yeni bir yönetim anlayışına sahip olduğunu da açıkça belli ediyordu. O’na göre Roma imparatoru, her türlü otoriteyi elinde toplamalı, tek ve mutlak anlamda “egemen” olmalıydı. Bunun için iktidarını güçlendirecek yeni bir formül üretti: Hıristiyanlığı “devlet dini” haline getirmek. Böylece hem toplumun ciddi bir kısmında karşılık bulan Hıristiyanlığın sağlayacağı meşruiyeti arkasına almış olacak, hem de devlet ve halk arasındaki Pagan-Hıristiyan kavgasının önünü almış olacaktı.
Kendisine “dinin ve dogmanın bekçisi” unvanını vermesine rağmen yaşamının sonuna kadar pagan olarak kalan Constantinus, kilisenin bütün işlerine müdahil olarak, onun için yasalar koyup yargılamalar yaparak, inanç formüllerini dikte ederek, kendisinden sonra “Sezar-Papalık” (césaropapisme) olarak adlandırılacak olan yeni yönetim şeklini hayata geçirecektir. M.S. 330 yılında imparatorluğun başkentini kendi adıyla anılan Constantinopolis’e taşıyan imparator, eski ve geleneksel Roma yerine, yeni ve “Hıristiyan” bir Roma inşa etmeye başlamıştır. Bu çabanın en büyük kanıtlarından biri de, 325 yılında bizzat imparator tarafından İznik’te toplanan ilk Hıristiyan Ekümenik Konsili’dir. Yurdun her yanından din bilginlerini İznik’e çağıran imparator, İskenderiye patrikhanesinde başlayarak tüm Bizans’a yayılan ve halk nezdinde de ayrılıkçı hareketlere yol açmaya başlayan “İsa’nın Tanrı mı, kul mu olduğu” tartışmasını nihayete erdirmek istemiştir. Konsil uzun tartışmaların sonunda İsa’nın Tanrı özünden olduğuna karar vermiştir. Bahse konu karar bugün dahi neredeyse tüm Hıristiyan mezhepleri tarafından kabul edilmektedir. Başka bir deyişle, pagan bir Roma imparatorunun öncülüğünde toplanan konsil, sesini yüzlerce yıl ötesine, bugüne değin duyurmuştur.
Yukarıda verilen kısa örnekle de anlaşıldığı gibi, MS. 395 yılında gerçekleşen bölünmeden sonra resmi olarak “Doğu Roma İmparatorluğu” adıyla anılacak olan yeni devlet, daha kurulurken bir “din devleti” olarak kurulmuş ve Hıristiyanlığı “alın yazısı” olarak benimsemiştir. Nitekim, tarih sahnesinde kalacağı 1.124 yıl boyunca da bu durum hiç değişmemiş, siyasi ve dini gelişmeler hep iç içe ve birbirine bağlı olarak cereyan etmiştir.
Bizans’ın Doğulu Kaderi: Ortodoks Hıristiyanlığı
Bizanslıların Batılı dindaşlarından ayrılarak git gide “doğulu” ve bunun da özelinde Yunan ve Latin geleneklerinin karışımından oluşan özgün bir kimliğe sahip olmasında Hıristiyanlıktaki gelişmelerin oldukça önemli olduğu düşünülmektedir. Katolik – Ortodoks bölünmesi geç Bizans dönemine rastlayan bir gelişme olsa da, bu bölünmeye temel oluşturan unsur, Bizans imparatorlarının öncülüğünde toplanan ekümenik (genel) konsiller ve bunlara temel hazırlayan patriklerdir. Şöyle ki;
Bizans egemenliğinin bulunduğu topraklar üzerinde toplam beş patrikhane, ve doğal olarak beş farklı dini merkez bulunmaktaydı: Roma (Justinianus’un 530 yılından sonraki İtalya fetihlerinden sonra papalık Bizans’a bağlanmıştı.), Constantinopolis, Aleksandria (İskenderiye), Antachia (Hatay-Antakya) ve Kudüs (Jerusalem). Müslüman Arapların Suriye ve güneyini fethetmelerine kadar eski başkent Roma’nın diğerlerine nazaran üstün konumda olduğu, ancak üstünlüğün zamanla Constantinopolis patrikhanesine geçtiği dikkati çekmektedir. Zira, yukarıda sayılan beş patriklikten Roma dışında kalanlar, Arap istilası nedeniyle zayıflamış ve nüfuzu Constantinopolis’e geçmiştir. İmparator III. Leon’un 732 yılında Günay İtalya, Yunanistan ve İlirya’yı (Dalmaçya Kıyıları) Roma piskoposluğundan ayırıp Constantinopolis’e bağlamasının ardından Constantinopolis patriğinin mevkii oldukça güçlenmiş ve bu durum papayı epeyce rahatsız etmiştir. Bundan sonra Roma’daki papalık Bizanslılara açıkça cephe alacak ve çatışma doruk noktasına ulaşacaktır. Öyle ki, bu olaydan kısa bir süre sonra Roma papalığı tarafından Bizanslıların İtalya’daki en büyük rakibi olan Frank ve Lombard kralı Şarlman’a “Batı’nın İmparatoru” unvanı verilecek ve açıkça “Doğulu Bizans’a karşı Latin Batı” tercih edilecektir.
Günümüzden bakıldığında, bu çatışmaların Bizans’a klasik ve nihai hüviyetini verdiği, doğu ve batı Hıristiyanlığı arasındaki bölünmenin Bizans İmparatorluğu’nun uzun vadede geleceğini tayin ettiği anlaşılmaktadır. Zira, bu ayrımdan sonra Bizans, “Ortodoks Hıristiyanlık” temelinde “ayrıksı” ve “Batı’ya küs” bir uygarlık inşa etmiş ve inşa ettiği uygarlık başta Balkan, Türk ve Rus kültürleri olmak üzere tüm dünya kültürünü derinden etkilemiştir.
Dinin Bizans Toplumundaki Etkisine Bir Örnek: İkona Krizi
Yukarıda da anlatıldığı gibi, Büyük Constantinus’un “Sezar-Papalık” anlayışıyla imparatorluğun din üzerinde de egemen olmasını istemesinin doğal bir sonucu olarak ruhban sınıfı da iktidara ortak olmuş durumdaydı. İmparatorlar “Tanrı vekili” unvanını alarak meşruiyet kazanmış ise de, zamanla durum değişmiş ve ruhban sınıfının desteği olmadan herhangi bir karar almak mümkün olmaktan çıkmıştır. Kilise zenginleşmiş, dünya yaşamından kopmayı öğütleyen manastır ve keşişlik hayatı ciddi ölçüde sükse yapmış, askerlik yapma ya da vergi verme mecburiyeti olmayan manastır müritlerinin yarattığı yük ekonomik bir tehdit oluşturmaya başlamıştır. En basit teolojik tartışmalar dahi (meleklerin cinsiyetinin olup olmadığı, İsa’nın annesinin “kutsal” sayılıp sayılmayacağı, azizlerin şefaat haklarının olup olmadığı gibi) toplumsal barışı ciddi ölçüde etkilemeye başlamış, kanlı kavgalar yaşanmış, orduda bölünme ve hizipleşmeler meydana gelmiş, hatta imparatorların meşruiyeti dahi sarsılmaya başlamıştır.
Tüm bu gelişmeler, 717 yılında tahta çıkan III. Leon ve halefi V. Constantinus tarafından başlatılan “ikona kırıcı” hareket ile krize dönüşmüş ve 100 yıl boyunca adeta bir iç savaş yaşanmıştır. İmparator III. Leon, 726 yılında adına “ikona” denilen tasvirlerin din adamları ve halk tarafından “put” gibi anlamlandırıldığı, tanrı yerine bunlara tapıldığı, İsa’nın ve azizlerin tasvirlerini içeren bu resimlerden mucize beklendiği, tüm bunların gerçek Hıristiyanlığa zarar verdiği gibi iddialarla ikona kullanımını yasaklamıştır. Kısa bir süre sonra da manastır hayatının Hıristiyanlıkta yeri olmadığını açıklayan bir bildiri yayımlamıştır.
Bunun hemen ardından; ikonalar yok edilmiş, manastırlar kapatılarak kışla ya da han gibi dünyevi kurumlara dönüştürülmüş, kilise mallarına kamu adına el konulmuş, önde gelen bazı keşişler idam edilmiştir. Öyle ki, dönemin bir tanığına göre “hükümetin niyeti manastır düzeninin kökünü tamamen kazımak gibi (görünmektedir).”
Ruhbanların ve onlara destek veren halk kesimlerinin tepkileri sebebiyle ölümcül şekilde kızışan kavga, elbette basit bir “ikona” kavgasından ibaret değildi. Gerçekte, imparatorun din konusundaki otoritesi ile kilisenin devlet vesayetini aşma arzusunun birbiriyle çatıştığı, kavganın din ile devlet arasında olduğu ve “uhrevi” gibi görünmesine rağmen tamamen “dünyevi” nitelikte olduğu anlaşılıyordu.
Yüz yıldan uzun süren bu kavga ikona kırıcı hareket lehine sonuçlanmamış, 843 yılında İmparator III. Mikhael tarafından ikonalar serbest bırakılmış ve manastır yaşantısı toplumsal hayata geri dönmüştür. Başka bir anlatımla; “din, devlet karşısında galip gelmiştir.”
Kaçınılmaz Sonuç
Çağdaşı olan birçok devlet gibi Bizans İmparatorluğu’nun da bir “din devleti” olması normal karşılanmalıdır. Ancak birçok kaynakta, dinin Bizanslıların gündelik yaşantısında diğer halklara nazaran daha yoğun bir yeri olduğu belirtilmektedir.
Kilise, günlük yaşamın her alanında kendini hissettirdiği gibi, devlet yönetiminde de varlığını hissettirmiş ve doğal olarak bu durum halk üzerinde de etkisini göstermiştir. Ortodoks kilise, 8. Yüzyıldan beri devam eden Doğu-Batı ayrımını körüklemiş ve toplumda Katolik/Latin nefretinin doğmasına sebep olmuştur. Bizanslılar ile Batı Hıristiyanlığı arasındaki uçurum gittikçe açılmış, hatta IV. Haçlı Seferi için Kudüs’e doğru yola çıkan Latin ordusu 1204 yılında Constantinopolis’i ele geçirerek Bizans – Ortodoks Hıristiyanlığını sona erdirmeye çalışmıştır.
Tüm bunların doğal bir sonucu olarak, dini ayrımlar sebebiyle dallanıp budaklanan kültürel sorunlar Bizanslıları yalnız bırakmış, ötekileştirmiş, zayıflatmıştır. Din devletini bekleyen kaçınılmaz ve klasik son, Katolik Roma kilisesinin egemenliğine girmeyi reddeden Bizanslılar için de tecelli etmiştir. Öyle ki, 1453 yılında Osmanlı Türkleri tarafından ele geçirilen Constantinopolis, birkaç yüz Cenevizli şövalyeden başka hiçbir Batılı Hıristiyan tarafından savunulmamış; şehir, düşeceği bilinmesine rağmen mutlak kaderine terk edilmiştir. (Elbette Batılıların bu ilgisiz tavrında o sırada sürmekte olan Yüz Yıl Savaşları’nın da etkisi bulunmaktadır.)
Klasik bir “din devleti” olarak nitelendirilebilecek olan Bizans İmparatorluğu, kurulduğu ilk günlerden Osmanlı Türkleri tarafından yıkıldığı güne kadar daima “din” olgusu ile birlikte varlığını sürdürmüş, olumlu ve olumsuz tüm siyasal gelişmelerinde dinin etkisini hissetmiştir. Mensup olduğu din ve mezhep, bu devletin kimliğini oluşturmuş, kaderini tayin etmiştir. Bu sebeple, “din devleti” kavramına Bizans’tan daha iyi bir örnek verilmesi pek mümkün gözükmemektedir.
Yararlanılan Kaynaklar
Tamara Talbot Rice, Bizans’ta Günlük Yaşam, Özne Yayımcılık, 1. Baskı, Ankara
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu, 9. Baskı, Ankara
Charles Diehl, Bizans İmparatorluğu Tarihi, İnkılap Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul
Adrian Goldsworthy, Caesar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, İstanbul
Jean Claude Cheynet, Bizans Dünyası 2 – Bizans İmparatorluğu 641-1204, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, İstanbul
Yanıtla