Ogier Ghiselin de Busbecq, 1555 yılında Osmanlı topraklarına gelen Avusturya elçisidir. Bu içeriğimizde; Busbecq’in, genelde Osmanlı toprakları, özelde ise Türkler hakkındaki 25 izlenimini derledik.
1 – Bir Macar’ın evinde misafir edildim.
Eşyalarıma, arabalara ve atlara benden daha çok ilgi gösterdiler. Türklerin ilk önem verdiği şey atların, araba ve eşyaların güven altına alınması. Kötü hava şartlarından koruyarak insanlara yeteri kadar önem vermiş olduklarını düşünüyorlar.
2 – Türkler için şarap içmek ciddi bir suçtur, bilhassa yaşlılar arasında.
Gençler, affolunmak ümidiyle bu günahı göze alabiliyorlar. Bu nedenle az da içseler, çok da içseler; öteki dünyada çekecekleri cezanın aynı derecede ağır olacağını düşünüyorlar ve şarabı bir kez tattıklarında alabildiğince içiyorlar. Nasıl olsa ceza göreceklerinden ve bu ceza daha çok artmayacağından sarhoş olmanın iyice keyfini çıkarıyorlar. İçki içmek konusundaki düşünceleri işte budur.
3 – Bir zamanlar İstanbul’da yaşlı bir adam görmüştüm.
Kadehi eline aldığında avazı çıktığı kadar haykırıyordu. Dostlarıma bunun sebebini sorduğumda, ruhu vücudunun uzak bir köşesine çekilsin yahut onu tamamen terk etsin diye bağırdığını söylemişlerdi. Böylece işlemek üzere olduğu suça ruhunu da bulaştırmamaya, içeceği şarapla onu kirletmemeye çalışıyormuş.
4 – Evlerine, bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar.
Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar. İşte bu nedenle bütün Türk diyarında zarif bir eve sahip zengin bulmak zordur. Sıradan halk kulübelerde ve küçük evlerde yaşar. Ancak zenginler bahçe ve hamama düşkündür. Kalabalık ailelerini barındıracak büyük evleri vardır ama bu evlerde aydınlık revaklar, göz alıcı salonlar, muhteşem olan veya insanı cezbeden hiçbir şey yoktur.
5 – Türk orduları, yağmur sularının kabarttığı azametli nehirler gibidir.
Aktığı yatağın herhangi bir yerinde onları durduran engelden sızıp geçebilirlerse, bu gedikten boşalarak sonsuz tahribat yaparlar. Hatta onları engelleyen setleri bir kere aştılar mı, genişleyerek uzaklara yayılıp tahminlerin ötesinde bir enkaz yaratırlar.
6 – Aslında Türklerin arasında yaşamak isteyen biri, hududu geçer geçmez para kesesinin ağzını açmalı ve ülkeyi terk edene kadar hiç kapatmamalı.
Orada bulunduğu sürece etrafa para saçmalı ve bunun boşa gitmemesi için de dua etmeli. Bir sonuç almasa da, bütün diğer milletlerden nefret eden Türklerin katı yüreklerini yumuşatmanın tek yolu, budur. Para, onların dik başlı kafalarını yumuşatmak için tılsım gibi tesir eder.
7 – Türkler, batıl itikatlara öylesine bağlılar ki, farkında olmadan kutsal kitapları olan Kuran’ın üstüne oturmak bile büyük suçtur.
Hele bir Hristiyan için bundan büyük cürüm olamaz. Bir de gül yapraklarının yere dökülmesini hiçbir zaman hoş görmezler. İnançlarına göre, gül Muhammed Peygamber’in terinden yetişmiştir; tıpkı eski insanların, bu çiçeğin Venüs’ün kanından yaratıldığına inanmaları gibi.
8 – Eğer tahta geçen kişinin kardeşlerinden biri hayatta kalabilmişse; askerler, sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler.
Bu talepleri geri çevrilecek olursa “Allah kardeşine uzun ömür versin”, “Allah kardeşini korusun” nidaları duyulmaya başlar. Bu yol ile kardeşini tahta geçirmek istediklerini açıkça belli ederler. Dolayısıyla Türk sultanları, ellerini kardeş kanıyla kirletmek ve saltanatlarına cinayetle başlamak zorunda kalırlar.
9 – İlk istediğim şey, Ayasofya’yı ziyaret etmekti ve bunun için hususi izin gerekiyordu.
Zira Türkler, bir Hristiyan girerse ibadethanenin murdar olacağına inanıyorlardı.
10 – Uzaklardan çok büyük taşlar getirerek, bunlarla yakınlarının mezarlarını örtmek, Türklerin âdetidir.
Aksi halde mezar açık kalır, zira onu toprakla doldurmazlar. Amaçları, ölüye kendini savunmak üzere dik oturabileceği uygun bir yer sağlamak. Her ölünün, bunu yapmak zorunda olduğuna inanıyorlar. Kişinin kötülük meleği dünyadaki hayatını sorgulayıp suçlarken, iyilik meleği ise savunmasına yardımcı olurmuş.
11 – Türkler, sırtlanın cinsel güç verdiğine inanıyorlar.
İstanbul’da iki sırtlanı olan bir adam, onları sultana, yani sultanın karısı için sakladığını söyleyerek bana satmak istememişti. Halk arasında anlatıldığına göre; Roxolana (Hürrem), Sultan’ın (Kanunî) sevgisi eksilmesin diye, aşk tılsımları yaparmış.
12 – Sikke aradığımı söylediğim bir bakırcının cevabına oldukça öfkelenmiştim.
Kendisinde birkaç gün öncesine kadar bir küp dolusu sikke varmış ve bunları, değeri olmadığını düşünerek eritip bronz kaplar yapmış. Eski çağlara ait bu sikkelerin yok olmasından büyük üzüntü duydum. “Bunu yapmamış olsaydın yüz altın verirdim” diyerek ondan intikam aldım. Eski sikkeleri böyle yok etmesi beni nasıl rahatsız ettiyse, ben de onu avucundan kaçmış olan bu fırsattan dolayı üzüntü içinde gönderdim.
13 – Türkler, siyahın kötü ve talihsizlik getiren bir renk olduğuna inanıyor ve birinin siyah giymesini uğursuzluk addediyorlar.
Öyle ki, paşalar bizi birkaç defa siyah elbiselerimizle görünce hayretlerini gizlememiş, hatta ciddi şikâyetlerde bulunmuşlardı. Türkiye’de hiç kimse, büyük paralar kaybetmemiş veya ciddi bir felakete uğramamışsa, halkın içine siyahlar giymiş olarak çıkmaz. Pembe renk ise seçkinlik alametidir ancak savaş zamanı ölümün habercisi olarak görülür. Beyaz, sarı, mavi, menekşe, kurşuni ve diğerleri daha uğurlu renkler sayılır.
14 – Türkler, kehanete ve fala gerçekten büyük önem verirler.
Bir paşanın atı tökezlediği için makamından azledildiği meşhurdur. Bu olay, büyük bir felaketin işareti olarak görülmüş ve onu azlederek uğursuzluğu, devletin başından bir şahsın başına aktarmak istemişler.
15 – Türkler yiyecek konusunda o kadar sade ve yemek yeme zevkinden öyle uzak ki ekmek, tuz, biraz sarımsak veya soğan, bir de adına yoğurt dedikleri bir çeşit mayalanmış sütten başka bir şey istemezler.
Bunu, buz gibi suyla sulandırıp, içine ekmek doğrayarak susadıkları zaman içiyorlar. Aşırı sıcaklarda biz de bunun faydasını gördük. Lezzetli ve hazmı kolay olduktan başka susuzluğu gideren, fevkalade bir gücü var. Türkler, yolculuk sırasında ete veya sıcak yemeğe rağbet etmezler. Hoşlandıkları şeyler ekşitilmiş süt, peynir, kuru erik, armut, şeftali, ayva, incir, kuru üzüm ve vişnedir. Bu meyveleri temiz suda kaynatıp büyük toprak tepsilere koyarlar. Herkes bundan canının çektiğini satın alır. Meyveyi, ekmeğin yanında katık olarak yerler ve sonra da suyunu içerler. Böylece yiyecek ve içecek, çok ucuza mal olur. Öyle ki, bizde bir kişinin günlük yemek masrafı, bir Türk’ün 12 günde harcayacağı paradan daha çoktur.
16 – Amasya’ya vardığımız gece büyük bir yangın çıktı ve yeniçeriler, her zamanki usulleriyle çevresindeki evleri yıkarak söndürdüler.
Türk askerlerinin yangın çıkmasını istemelerinin bir nedeni var. Söndürmek, onların vazifesi olduğundan ötürü, sadece yanan evlerin değil, komşu binaların eşyalarını da yağmalıyorlar. Dolayısıyla yağma fırsatı çıksın diye, evleri sık sık gizlice ateşe verirler.
17 – Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler; kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor.
Kişi, tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle, neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak, hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan, sadece soylu olmaktır.
18 – Büyük kalabalığın içinde bilhassa takdire değer bulduğum husus, sessizlik ve disiplindi.
Genellikle her türlü kalabalığın yarattığı izdihamda meydana gelen gürültü ve uğultudan eser yoktu. Herkes kendine ayrılan yerde çıt çıkarmadan duruyordu. Subaylar yani generaller, albaylar, yüzbaşılar ve teğmenler -Türkler bunların hepsine ağa ûnvanı verir- oturmuşlardı. Askerler ise ayaktaydı. En dikkat çekenler ise uzun bir saf halinde, diğerlerinden ayrı bir tarafta duran birkaç bin yeniçeriydi. Benden biraz uzaktılar. Öyle hareketsizdiler ki, onları âdet olduğu üzere selamlamam söylendiği zaman, başlarını eğerek bana karşılık verene kadar canlı insan mı, yoksa heykel mi olduklarında bir an tereddüt etmiştim. Meydanın bu kısmından ayrılırken pek hoş bir manzarayla karşılaştık: Sultanın hassa süvarileri atları üzerinde dönüyorlardı. Atlar sadece güzel ve yüksek boylu değil fevkalade tımarlıydı ve üzerlerinde süslü haşalar vardı.
19 – (Kanuni Sultan Süleyman), yılların ağırlığını hissetmeye başlamış olmasına rağmen, davranışındaki asalet ve genelde dış görünüşü, böyle uçsuz bucaksız bir imparatorluğun hükümdarına yakışır seviyede.
Her zaman tasarruftan yana ve kendine hâkim. Hatalar yapmış olabileceği gençlik döneminde bile Türklerin gözünde suçlanmamış. İlk yıllarında dahi şaraptan uzak durmuş, Türklerin ekseriya düşkünü olduğu kötü alışkanlıklara kapılmamış. Dinin ve geleneklerin katı bir muhafızı; onlara bağlılığı, topraklarını genişletmek arzusundan aşağı değil. Yaşına göre -neredeyse 60’a yaklaşmakta- sağlığı yerinde. Cildinin bozuk olmasının gizli bir hastalıktan veya bacağında iyileşemeyen bir yaradan, kangrenden ileri geldiği sanılıyor. Elçiler, ülkesinden ayrılırken, onlara sıhhatinin yerinde olduğu intibaını vermek için yüzüne kırmızı pudra sürüyor. Böylece yabancı hükümdarlar, sağlığının ve gücünün yerinde olduğundan kuşku duymazlar da korkuları artar diye düşünüyor. Ayrılırken buna şahit oldum. Son defa huzuruna çıktığım zaman, beni ilk kabul ettiğinden farklı bir görünüşü vardı.
20 – Burada dilenciler, bizde olduğundan çok daha az ve birtakım kutsal haklara sahip olduklarını iddia ediyorlar.
Dini kisvelere bürünmüş halde oradan oraya dolaşarak dilenirler ve bunu mazur göstermek için de çoğu kendine meczup süsü verir. Türkler onları hoş tutarlar, zira meczupların ve delilerin cennetlik olduğuna, bu dünyadaki hayatlarında evliya addedilmeleri gerektiğine inanırlar. Buradaki dilencilerin esirleri de vardır ve esir işe yaramaz hale gelse bile efendisi karnını doyurmaya devam eder, çünkü ne kadar güçsüz olursa olsun herhangi bir şekilde çalışarak sahibine gelir getirmesi mümkündür.
21 – Sultan, karargâhını kaldırdığında atları ölen askerler; eyerleri başlarının üstüne koyarak, onun geçeceği yol boyunca uzun bir sıra halinde dizilirler.
Bu davranış, atlarını kaybettiklerini ve yenisini satın almaları için onun yardımına başvurduklarını anlatır. Sultan da uygun gördüğü şekilde onlara bağışta bulunur.
22 – Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var.
Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: Düşman zafere alışkın, biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz?
23 – Sultan, hemen her cuma günü camiye giderken, buradan (Elçi Hanı) geçer.
Elçiler, böylece onu pencerelerinden sık sık görme imkânı bulurlar. Evin halkı, çavuşlar ve yeniçeriler, sultanı giriş kapısı önünden geçerken selamlarlar. Daha doğrusu onun selamına karşılık verirler, zira Türklerde daha önemli olan kişinin önce selam vermesi âdettir. Bundan dolayı sultan, yol ağızlarında biriken halka doğru eğilerek ilk selamı verir, onlar da hayır duaları arasında selamına karşılık verirler.
24 – Rüstem Paşa ile birtakım genel konular üzerinde konuşurken, bana dostça muamele etmeye başladı.
Sonunda niçin onların dinini kabul ederek, gerçek Tanrı’ya ibadete katılmadığımı sordu. Böyle yaptığım takdirde Süleyman’dan büyük iltifat ve mükâfat bekleyebileceğimi de ilave etti. Kendisine cevap olarak, doğduğum dine bağlı kalmaya kesinlikle kararlı olduğumu, söyledim. Rüstem, “Pekâlâ, öyle olsun,” dedi, “ama ruhunuz ne olacak?” diye sordu. “Ruhum için de ümidim büyüktür” dedim. Bir an düşündükten sonra “Evet, haklısınız,” dedi, “bu dünyada inançlı ve günahsız yaşayanların, hangi dine bağlı olurlarsa olsunlar ebedi saadeti paylaşacaklarına inanmaktan kendimi alıkoyamıyorum.” Bazı Türkler, kabul edilmiş dini inanca aykırı düşen bu gibi düşünceler de besliyor. Zaten Rüstem’e dinin şartlarına sıkı sıkıya bağlı biri gözüyle bakılmıyor. Türkler, iyi düşünceler besledikleri bir Hristiyan’a bir defa böyle bir teklifte bulunurlar. Bunu, dini bir görev addederler ve böylece ebedi azaba mahkûm birini, eğer imkân varsa, bundan kurtaracaklarını ümit ederler. Bu teklifin, yapabilecekleri en büyük iyilik olduğuna inanırlar.
25 – Rüstem, İspanya ve Fransa kralları arasındaki savaşın hâlâ devam edip etmediğini sordu.
Kendisine devam ediyor dediğim zaman “Aralarında dini bağlar olmasına rağmen, birbirleriyle savaşmaya ne hakları var?” diye sordu. “Siz İran’la savaşmak için hangi haklara sahipseniz, onların da aynı hakları var. Bazı şehirler, eyaletler ve krallıklarla ilgili konularda anlaşmazlıkları olduğu için silaha sarılıyorlar” diye cevap verdim. Rüstem “İki durum aynı değil,” dedi, “sizi temin ederim ki biz İranlılardan nefret ederiz, hatta onlar bizim için siz Hristiyanlardan daha kâfirdir” diye ekledi.
İçerikte kullanılan yayın: Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları: Kanuni Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri, çev. Derin Türkömer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2005.
İçeriğimizi beğendiniz mi? Çalışmalarımızı geliştirmemize katkıda bulunmak istiyorsanız bağışçımız olabilirsiniz.
Eline,emeğine sağlık
Güzel bir derleme kıymetli kardeşim, eline sağlık.