Bir Hakimiyet Mücadelesi: Osmanlı’nın Hint Deniz Seferleri

Bu yazı Kaan Budak tarafından hazırlanmıştır.

Yaygın bir kanı, Osmanlı’nın bir kara devleti olduğu yönündedir. Nitekim Osmanlı tarihi incelendiğinde bu kanının tamamen haksız olmadığı da tespit edilebilir ancak Osmanlı Devleti’nin denizlerdeki varlığını yok saymak çok büyük bir hata olacaktır. Osmanlı’nın bir kara devleti mahiyetinde görülmesi, donanması ile stratejik faaliyetlere girmediği anlamına gelmez. Hint Deniz Seferleri bu faaliyetlerin en açık örneklerinden birisi olmakla birlikte Osmanlı ileri gelenlerinin, devrin sarsıcı gelişmeleri hakkındaki tutumları ve fikirleri konusunda aydınlatıcı rol üstlenebilecek mahiyettedir.

Coğrafi Keşifler ve Yeni Mücadeleler

Çoğunlukla Akdeniz’de faaliyetlerini sürdüren Avrupalı milletlerin arasında özellikle İber Yarımadası’ndaki topluluklar 15. yüzyılda, ileride dünyayı değiştirecek olan coğrafi keşiflerin ilk adımlarını atmaya başlamışlardı. Öncelikle bunun nedenlerini biraz irdelemek gerek. Akdeniz, kendisine kıyısı olan her ülke için vazgeçilmez bir ticaret potansiyeli sunuyordu. Özellikle İtalyalı; Ceneviz ve Venedik gibi şehir devletleri zamanla bu ticaret pazarlarına hâkim olarak hem tüm Avrupa’nın uzak diyarlara açılan kapısı oldular hem de o dönemde eşine zor rastlanacak muazzam bir servetin sahipleri durumuna geldiler. Bunlar bir yana, bir de madalyonun diğer tarafı vardı tabii ki. İber Yarımadası’ndaki topluluklar için de denizcilik önemli bir faaliyet olmakla birlikte İtalyan tüccarların tekeline giren Akdeniz ticaret yolları içinde kendileri için umdukları yeri bir türlü bulamamışlardı. Bilhassa toprakları tarım için ideal olmayan Portekiz için denizcilik faaliyetleri hayati sayılabilecek bir noktadaydı. Dolayısıyla coğrafi keşifler açısından, hem haritadaki konumu hem de mevcut şartların uyuşmasıyla Portekizlilerin öncülüğü şaşırtıcı olmamıştır.




Tarihte karşımıza çıkan en önemli iki ticaret yolundan İpek Yolu, o dönemde aktif şekilde kullanılmakla birlikte o yola adını veren ipek ve dolayısıyla çeşitli tekstil ürünleri Avrupalılar için hayati bir önem taşımıyordu. Meşhur ikinci yol olan Baharat Yolu’nun ise esas ticaret metası olan baharat çok kritik bir işlevi yerine getiriyor. Bundan dolayı dönemin şartları için oldukça önemliydi. Kesilen hayvan etlerinin uzun süre yenilebilir kalmasını sağlayan baharatlar; günlük hayatta insanlara büyük fayda sağlamakla birlikte aynı zamanda ticareti de çok kârlı bir üründü.

Portekiz’de bulunan bir köyün kendisine gereken baharata ulaşması için; ticaretimizin metası Hindistan’da üreticilerden yerli ve komşu Müslüman ülke tüccarları tarafından satın alınır, genelde gemiyle Hürmüz Boğazı’ndan geçilip Basra’ya veya Kızıldeniz’den Süveyş’e getirilir, bu bölgede yüksek olasılıkla İtalya kökenli Avrupalı tüccarlara satılır ve onlar tarafından Avrupa’nın içlerine ulaştırıldı. Bu yol özellikle tüccarların koyduğu kar marjları ve devletlerin aldığı vergiler gibi ürünün fiyatına, maliyeti dışında ek ücretler eklenmesine neden oluyor ve baharatı hayli pahalı bir madde haline dönüştürüyordu.

Portekizli denizcilerin bilmedikleri denizlere yelken açmalarının ardındaki temel neden de bu ticaret yolunun başı olan Hindistan’a doğrudan ulaşmaktı.

Sırf Hindistan değil, Afrika’nın zenginlikleri de Portekizli denizciler için bir teşvik kaynağıydı. Zira o dönemden yaklaşık yüz yıl önce yaşamış Malili Mansa Musa’nın sahip olduğu dillere destan servetin hafızalarda hala taze olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır.

Takvimler 1497’yi gösterdiğinde Vasco de Gama, Bartolomeu Dias’ın 1488 yılında keşfettiği Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a ulaşma başarısını gösteren ilk Avrupalı denizci olmayı başararak ileride gerçekleşecek büyük değişimlerin temelini de atıyordu.

Vasco de Gama’nın seyahatinden sadece on yıl gibi görece kısa bir sürede Portekizliler keşfettikleri yola dört kolla sarıldılar. Öyle ki Mısır Sultanı Kansu Gavri, ilgili ticaret yolundaki diğer yerel Müslüman liderlerin yardım talebi sonrası Portekizlilere karşı bir mücadeleye girişme kararı alacak duruma gelmişti. 1515 yılında Kansu Gavri’nin Hindistan’da bulunan Gucerat bölgesine gitmesini emrettiği donanmanın başında Osmanlı’dan gelen Selman Reis kaptan olarak görev yapmaktaydı. Selman Reis başında bulunduğu gemilerle birlikte Gucerat bölgesine gidip yerel liderle iş birliği halinde Portekizlileri bölgeden uzaklaştırmaya çalışmışsa da Portekizli denizciler çoktan okyanus sahillerinin kilit noktalarına ve yine aynı önemi haiz adalara müstahkem mevziiler inşa etmiş ve böylece ticaret hattının önemli noktalarını kontrolleri altına almayı başarmışlardı. Nitekim Selman Reis de bu seferinde Goa’da bulunan Portekiz kalesini kuşattıysa da müspet bir sonuç elde edememişti.

Osmanlı, Portekizlilere karşı verilen mücadelenin bu aşamasına sadece birkaç denizcisiyle iştirak etti.

Sadece birkaç sene sonra ise Portekiz sorunu Osmanlı’nın “Güney Politikası”nı belirleyen ana unsur haline gelecekti. 1517 Ridaniye zaferiyle Mısır’ı ilhak eden Devlet-i Aliyye; bir yandan önemli ticaret yollarına ve dolayısıyla muntazam bir gelir potansiyeline hakim olurken, bir yandan da statüsü hala tartışmalı olan bir “Halifelik” mefhumunu bünyesine katmakla dünya üzerindeki Müslümanların koruyuculuğu rolünde de ilk akla gelen devlet olmuştu.

Kızıldeniz’e açılan limanları ve daha önce zikredilen iki önemli ticaret güzergahından birisini ele geçiren Osmanlı’nın yarattığı tehdit, Portekizliler için kısa sürede tüm vahametiyle idrak edilmiş olacaktır ki iki ülke arasındaki ilk mücadeleler Kızıldeniz’in girişinde bulunan stratejik Aden bölgesinde (günümüzde Yemen sınırları içinde) ve Bab’ül Mendeb’de cereyan etti. Bölgeye hakim, tecrübeli denizci Selman Reis 1527 yılına gelindiğinde Kızıldeniz’in girişi olan Aden’i ele geçirerek hem Osmanlı açısından bölgenin güvenliğini sağladı hem de Hindistan’a doğru yapılacak seferler için gerekli kapıyı Türk donanmasına açtı. Bu hizmetlerine rağmen Selman Reis’in ömrü kısa bir süre sonra, yerel halkın üzerinde kurduğu baskı ve çeşitli güç çatışmaları neticesinde, içerisinde kendi askerlerinin de bulunduğu bir saldırı ile 1528 tarihinde son buldu.

Osmanlı’nın bu bölgedeki faaliyetlerine önderlik edecek yeni isim, Şam ve Mısır Beylerbeyliği yapmış olan Hadım Süleyman Paşa olacaktır. Bu dönem ayrıca Osmanlı’nın en uç girişimlerinin, en radikal faaliyetlerinin gerçekleşeceği ve sadece Portekiz’e karşı değil, genel anlamda agresif bir politikanın benimsendiği devirdir.




Hadım Süleyman Paşa ve Diu Seferi

Selman Reis döneminde Süveyş’te başlanan donanma inşası, 1530 yılında Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa’nın girişimleri neticesinde daha büyük çaplı bir nitelikte devam etti. Ancak dönemin yoğun kara savaşları, görece kısa bir süre deniz ve donanma üzerine temellenen “Güney Politikası”nın ikinci plana alınmasına neden oldu. Zira Hadım Süleyman Paşa, 1534 yılında Irakeyn Seferi olarak bilinen Osmanlı-Safevi savaşına iştirak etmekle görevlendirilerek planladığı deniz seferini bir müddet ertelemek mecburiyetinde kaldı.

Ekim 1536 tarihine gelindiğinde, Osmanlı ricali uzun süredir altyapı çalışması yapılan Hindistan seferinin zamanının geldiğine – biraz da Portekiz faaliyetlerinin artması neticesinde – karar vermiş idi. Hadım Süleyman Paşa’nın bu tarihte ikinci defa Mısır Beylerbeyliği’ne getirilmesi bunun açık bir göstergesi olarak yorumlanabilir.

Gucerât yöneticisi Bahadır Şah’ın, Portekizlilerle iş birliği yapan yerel yöneticiler karşısındaki mücadelesi neticesinde Osmanlı’dan yardım talep etmesi, bir bakıma Osmanlı için gerekli casus belli’yi (savaş açmak veya askeri bir faaliyete girişmek için gereken meşru neden) vermesine de neden oldu. 1538 yılında Süveyş’ten yola çıkan Hadım Süleyman Paşa, önce Aden’de bulunan yerel yönetimi denetimine aldı. Aden hükümdarı Şeyh Amir’i etkisiz hale getirip bölgeye Behram Bey’i sancakbeyi olarak bırakarak Hindistan’a doğru yolculuğuna devam etti. Bir görüşe göre bu seferin sonuçlarında Hadım Süleyman Paşa’nın, Aden bölgesinin yerel yöneticilerine karşı tutunduğu tavrın da etkisi olacaktır. Zira Hindistan’daki yerel yöneticiler Aden hükümdarının başına gelenleri de hesaba katarak; Hadım Süleyman Paşa’ya gerek askeri, gerekse de diğer açılardan (erzak, ikmal vb.) yardım etmekte çekingen davranacaklardır.

Mısır’dan yola çıkan donanmanın; çeşitli kaynaklardan yola çıkılarak yapılan tahminlerde yaklaşık 70 parça gemi, insan gücü olarak da 6.500-7.500 arası bir kuvvete ve yaklaşık 20.000 kadar muharip topa sahip olduğu ifade edilmektedir.

Bu dönemin şartlarına göre -özellikle muharebe alanının iki ülke için de uzak bir periferi bölgesi olduğu hesaba katılınca- hayli büyük bir donanma demekti.

Donanma anlatıldığı gibi büyük ve korkutucu olsa da Süleyman Paşa’nın yolculuğu çeşitli nedenlerden dolayı zaten sıkıntılı bir macera olmuştu. Osmanlı denizcilerinin alışık olmadığı muson rüzgarları ve okyanusun dalgalı sularının isterlerini karşılamayan gemiler bu nedenlerin başlıcalarıydı. Öyle ki, yolculuk sırasında bazı gemilerin donanmadan ayrılarak kaybolduğu anlatılır, dönemin denizcilerinin tespitlerine göre dört adet gemi Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde harap olmuştu.

Sultan Süleyman, bu seferi düzenleyen Hadım Süleyman Paşa’ya Hint Okyanusu’ndaki Portekiz donanması üzerine taarruz etmesini emretmişti. Ancak Hadım Süleyman Paşa bunun yerine; Hindistan’ın Gucerat bölgesinde bulunan ve Portekizlilerin bölgedeki en önemli karakollarından biri olan Diu kalesini kuşatmayı tercih etti. Bu seçimde merhum Selman Reis’in eski kölesi olan Hoca Sefer’in tavsiyesi de belirleyici bir etmen olmuştu. İki şekilde de büyük ihtimalle -en azından kısa vadede- amaç Hindistan’ı işgal etmek değildi. Sadece gerek bölgedeki Müslümanlara, gerek Baharat Yolu’na zarar veren Portekiz donanmasını bölgeden uzaklaştırmaktı.

Diu adası görece küçük bir ada olmak üzere o dönem üzerinde iki önemli yerleşim yeri vardı; birincisi Portekizliler’in hakim olduğu Diu Kalesi, ikincisi ise Müslüman halkın yaşadığı Bender-i Türk (Villa dos Rumes) şehriydi.

4 Eylül 1538’de Hadım Süleyman Paşa adaya geldiğinden kale zaten Hoca Sefer ve Kambay Sultanı’nın komutanı tarafından kuşatılmaktaydı. Kambay Sultanı bölgeye önemli miktarda askeri güç sevk etmişse de bu güç kısa bir süre sonra kuşatmadan ayrılacaktır. Bazı kaynaklarda aktarıldığına göre bunun sebeplerinden birisi, Hadım Süleyman Paşa’nın askerlerinin Bender-i Türk denen Müslüman şehrine saldırıp yağmalaması ve Camii’de hutbeyi Kambay Sultanı III. Mahmud Şah adına değil, Kanuni Sultan Süleyman adına okutmasıydı ancak bu iki iddianın da doğruluğu şüphe götürmez değildir.

Bu yazıda Diu Kuşatması’nın askeri yönü derinlemesine anlatılmayacaktır. Hadım Süleyman Paşa ile Hint iş birlikçileri arasındaki anlaşmazlık ve karşılıklı güvensizlik durumu bir süre sonra iki kuvvetin arasındaki yardımlaşmanın giderek azalmasına ve hatta bir noktadan sonra birbirlerinin kuyusunu kazmalarına neden olurken, Diu Kalesi’ndeki Portekizli birliklerin gösterdiği olağanüstü mukavemet -ki Osmanlı Donanması’nın kuşatmayı bıraktığı gün kaledeki Portekizlilerin bir taarruzu daha başarıyla savunamayacak durumda oldukları anlatılır- kalenin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesini önlemiştir. Ayrıca Osmanlı Donanması’nın Diu adasını abluka altına almada yetersiz kalması, Portekizli askerlere erzak götüren gemilerin ablukadan kolayca sıyrılabilmesi ve en sonunda da Goa’dan büyük bir Portekiz Donanması’nın bölgeye doğru hareket ettiği haberi kuşatmanın başarısız olmasına neden oldu.

Tüm bu olaylar neticesinde 4 Eylül günü karaya çıkan Osmanlı kuvvetleri; elleri boş bir şekilde, Portekiz Donanması’nın saldırısına maruz kalmamak için Kasım’ın ilk günü kuşatmayı kaldırarak bölgeden ayrılmak zorunda kaldı. Hadım Süleyman Paşa’nın bölgeyi terk etmesinin ardından Hoca Sefer de 5-6 Kasım günü ordugahını ateşe vererek Diu’dan ayrıldı.

Hadım Süleyman Paşa’nın dönüşü de tıpkı gelişi gibi rahatlıktan uzak bir serüvendi; gemilerinin bazıları fırtınalar neticesinde kayalara çarparak parçalanmak zorunda kaldı, pek çok mühimmat ve asker böylece kaybedildi.

Dönüş yolculuğunda da ilk yolculuk gibi Yemen bir durak kabul edildi ve bu sefer Hadım Süleyman Paşa, Osmanlı’ya vergi vermeyi reddeden Zebid beyi Nahuda Ahmed’i zapt ederek idam ettirdi. Böylece Yemen’i tamamen Osmanlı idaresine almış oldu. Osmanlı her ne kadar Hint Okyanusu’ndaki Portekiz donanmasını yok etmekte başarısız olduysa; Portekiz donanması da Kızıldeniz ve Basra üzerinden yapılan baharat ticaretini engellemekte aynı oranda başarısızlığa uğramıştı. Diu Muhasarası’nda Portekizlilerin çok başarılı bir savunma icra etmiş olsalar da Osmanlı Donanması korkutuculuğundan bir şey kaybetmemişti çünkü Diu Seferi ile aynı yıl Akdeniz’de Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze Deniz Zaferi’ni yaşamış ve tüm Avrupalı denizcilerin kalbine korku salmayı başarmıştır.

1538 senesi Osmanlı tarihi açısından önemli bir tarihtir zira Osmanlı bu tarihte, Akdeniz’de Preveze, Hint Okyanusu’nda Diu Kuşatması ve Balkanlar’da da Boğdan Seferi olmak üzere üç ayrı büyük sefer tertip edecek seviyede bir imparatorluk haline gelmiş ve dünyayı (en azından bilinen dünyayı) domine edebilecek en olası güç halini almıştır.

Denizdeki Mücadelenin Karaya Yansıması: Habeşistan

16. yüzyılda Habeşistan İsevilik ve İslam inançlarının etkisi altında kalırken; siyasi yapısı da bu inançların etkisi neticesinde şekillenmiş ve ülkede Hristiyan ve Müslüman olmak üzere iki ayrı zümre oluşarak ülkenin tamamı üzerinde bir hakimiyet mücadelesine girişmişti. Bu durumun, dini savaş görünümü içinde, anavatan topraklarından uzak, ticaret yollarını hakimiyetlerine almaya yönelik stratejik bir yarışta olan iki önemli ülke, Portekiz ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dikkatinden kaçması mümkün değildi.

Habeşistan, Bab’ül-Mendeb’in taraflarından biri olması dolayısıyla Kızıldeniz’e giriş-çıkışları denetleme noktasında büyük bir stratejik kazanımdı. Osmanlı’nın Hint Okyanusu’na açılan donanmasının Basra’dan ziyade Süveyş’te etkin olduğu düşünülünce Portekizliler için Habeşistan’ın ne kadar değerli olduğu daha rahat anlaşılabilir. Aynı şekilde Osmanlı da Hint Okyanusu’ndaki söz hakkını kaybetmemek, Afrika’nın meşhur altın rezervlerini ele geçirmek ve yardıma ihtiyacı olan Müslümanlara karşı vazifesini yerine getirmek gibi amaçlarla Habeşistan’a ilgi duyacaktır. Tabii bu sonuncu sebebin gerçek anlamda ne kadar tetikleyici bir etken olduğu tartışmaya açıktır.




Habeşistan’ın güneydoğusunda Gran Ahmed adlı şahsın liderliğinde bir Müslüman emirliği mevcuttu.

Bu emirlik özellikle 1527 yılında başlamak üzere Habeşistan’ın Hristiyan bölgelerine bir dizi seferler düzenleyerek Habeşistan’ı tamamen kontrol etmeye neredeyse muvaffak olmuştu. Habeş kralı Lebna Dengel bu mevcut durum karşısında bölgede yeni ancak caydırıcı bir aktör olan Portekiz’den yardım istemek mecburiyetinde kaldı.

Gran Ahmed’in, Habeş kralının bu yardım çağırısına vereceği reaksiyonu tahmin etmek zor olmasa gerek. O da aynı şekilde dünya üzerindeki stratejik güçlerden kendi medeniyetine daha yakın olanı, Osmanlı’dan yardım isteyecektir. Osmanlı kaynaklarında pek bir bilgi mevcut olmasa da; Habeş kroniklerinde Gran Ahmed’in özellikle Osmanlı’nın Yemen bölgesindeki yöneticileriyle iletişime geçerek bir miktar top ve o topları kullanmaya vakıf asker yardımı aldığı yazmaktadır. Anlaşılan bu silahların da etkisiyle Gran Ahmed, Habeşistan’daki siyasi üstünlüğü bir süreliğine ele geçirmiş oldu. Buna rağmen Habeşistan’daki durum net bir siyasi çözüme kavuşmadı, hatta 1540’da Lebna Dengel’e yeni bir Portekiz askeri yardımı ulaşmıştır. Aynı doğrultuda Osmanlı’nın Yemen merkezli yardım akışı da devam etmiştir.

Bu yardımlar Hristiyan Habeşîlerin biraz daha muharebe alanında başarı kazanmasına yol açıyordu çünkü onlara ulaşan Portekiz yardımıyla o tarihte ilk defa kralın ordularına da ateşli silah girmiştir. Yeni kral Galavdevos aldığı yardımın da etkisiyle Şubat 1543 tarihinde, ordusunda bir kısım Türk askerlerin de bulunduğu Gran Ahmed’i mağlup ederek ömrünü sonlandırmış, ülkesindeki bu din eksenli iç savaşı kendi zümresi lehine neticelendirmiş ve stratejik devletlerin kendi ülkesine olan ilginin bir müddet azalmasını sağlamıştır.

İki büyük imparatorluğun Habeşistan’da yerel unsurlar üzerinden verdiği bu mücadele şimdilik Portekiz üstünlüğü ile kapanmış gibi görünse de üstünden yaklaşık on yıl geçtiğinde; 1554 yılında Özdemir Paşa, Sultan Süleyman tarafından Habeşistan’ın fethi ile görevlendirilecektir.

Özdemir Paşa’nın Mısır’dan kara yoluyla hareket ederek Habeşistan’a ulaşmayı planladığı ilk askeri harekatı daha Habeşistan yolundayken başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da ikinci harekat için daha etkili bir planlama yapılmasına vesile olmuştur. 1555 yılında Habeşistan’a yönelik askeri faaliyetlerin daha kolay yönetilebilmesi için Habeşistan Beylerbeyliği teşkil edildi. İkinci harekatta Kızıldeniz yoluyla Sevakin Limanı’na çıkarma yapılarak Habeşistan’ın fethedilmesi planlanmış ve Özdemir Paşa’nın liderliği ile bu plan uygulamaya konmuştur.

İlk kısımda Habeşistan’ın kıyı bölgeleri ele geçirilerek Habeş Krallığı’nın Portekiz İmparatorluğu ile irtibatının; Portekiz’in erzak, silah, asker yardımının önüne geçilmiş oldu. Kıyı bölgelerinin kontrol altına alınmasından sonra Osmanlı güçleri yavaş yavaş Habeşistan bölgesinin iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladı. Bu ilerleyişe, daha önce Osmanlı tarafından donatılarak Habeşistan üzerinde hakimiyet mücadelesi veren Harar bölgesindeki Müslüman emareti de destek oldu.

Özdemir Paşa, Habeşistan içlerine doğru yaptığı bir askeri sefer esnasında Debarva’da 1560 yılından vefat etti. Oğlu Osman Paşa onun görevlerini devraldı. Özdemir Paşa böylece Kızıldeniz’deki ticaret akışını kontrol etmek için çok önemli bir nokta olan Habeşistan kıyılarını tam anlamıyla Osmanlı devleti hudutları içine katmış oldu. Özdemir Paşa’nın seferleri Osmanlı açısından böyle bir stratejik kazanımı sağlarken, Osmanlı’nın bir diğer beklentisi olan altın rezervlerine ulaşma noktasında ise o kadar başarılı olamamıştır.

Kapana Kısılmış Bir Donanma: Hürmüz Seferi

Belirttiğimiz gibi baharat ticareti o dönemde iki güzergah üzerinden yapılmaktaydı, Kızıldeniz ve Basra. Her ne kadar Portekizliler Ümit Burnu’nu geçmiş olsa da koca bir ticaret güzergahını Ümit Burnu’nu dolaşacak şekilde değiştirmeleri gerçekçi bir beklenti değildi. En azından bu iki yolu tıkamadan bunu yapamazlardı. 1552 tarihinde bu iki güzergahtan Kızıldeniz yolunu kontrolüne almış gözüken Osmanlı, diğer güzergah olan Basra yolunun deniz güvenliğini de kontrolüne almak üzere hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Portekiz kontrolündeki Hürmüz adasını almak bu açıdan kritik bir önem taşımaktaydı. Bu harekatın başında, genellikle Amerika kıtası haritası ve Kitab-ı Bahriye’si ile tanıdığımız Piri Reis olacaktır.

Büyük Denizciyi İdama Götüren Yol

Güney Osmanlı’daki en etkin tersane Süveyş’te bulunuyordu. Osmanlıların 1546 yılında hakimiyetlerine aldıkları Basra’daki tersanenin geliştirilmesi ve orada bir donanma inşa edilmesi için birkaç teşebbüs oldu. Ancak bu girişimlerin çok başarılı olmadığı veya istenen düzeye ulaşamadığı açıkça görülmektedir. Nitekim 1552 yılında Piri Reis de bu ahval neticesinde Hürmüz Seferi’ne Basra’dan değil, Süveyş’ten çıkmak zorunda kaldı. 25 kadırga, 4 kalyon ve 1 gemiyi komuta eden Pîrî Reis’e verilen görev Hürmüz adasını ele geçirip, Bahreyn bölgesindeki Portekiz destekli isyankar Arap aşiretlerinin kontrolünü sağladıktan sonra tekrar donanma ile birlikte Süveyş’e dönmekti.

Seksen yaşındaki Piri Reis liderliğindeki donanma Ağustos ayında Maskat kentini Portekizlilerden almayı başardı. Kale komutanı Joao de Lisboa’nın da dahil olduğu bir grup Portekizliyi esir ederek şehri yağmaladılar. Eylül ayının ortasında başlayan Hürmüz muhasarası yaklaşık 20 gün bombardıman şeklinde sürmüştü. Ancak Hürmüz kalesinde Alvaro de Noronha komutasındaki Portekiz birlikleri iyi bir direnç göstermiştilerdi. Erzak ve mühimmat kıtlığı ile büyük bir Portekiz donanmasının o bölgeye hareket ettiği haberinin gelmesi sonucunda Piri Reis donanmayı Basra’ya çekme kararını aldı. Böylece ona vazife buyurulan Hürmüz’ün alınması ve Bahreyn bölgesinin zaptı görevleri gerçekleştirilememiş oldu.

Donanmayı Basra’da bırakarak üç gemiyle Süveyş’e dönen Piri Reis hakkında; Hürmüz kalesi kumandanından rüşvet aldığı, Kiş adasındaki zengin tüccarların servetini ele geçirmeyi öncelik haline getirdiği ve son olarak donanmasını terk ettiği gibi izlenimler Osmanlı ileri gelenlerinde, en azından ileri gelenlerinin bir kısmında hakim oldu. Bütün bu olaylar sonucunda Hind Kapudanı Piri Reis, Kahire’de Sultan Süleyman emri ile idam edildi.




Seydi Ali Reis ve Uzun Yolculuğu

Piri Reis’in idamı Basra’da tıkılıp kalmış bir Osmanlı donanması olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Basra’da sıkışan donanmanın önemi, Kızıldeniz’i koruyacak başka bir donanmanın mevcut olmadığı düşünülürse daha iyi anlaşılacaktır. Sultan Süleyman buradaki donanmanın bir kısmının İran ile yapılacak mücadeleler için o bölgede kalmasını, geri kalan on beş gemilik kısmının tekrar Süveyş’e getirilmesini emretti. İlk başta bu göreve tayin edilen Murat Bey denemesinde başarısız olunca görevden alınarak yerine Seydi Ali Reis atandı.

2 Temmuz 1554 tarihinde Seydi Ali Reis; körfez bölgesinde az sayıda Portekiz gemisinin bulunduğu haberini alınca, donanmayı Süveyş’e götürmek için doğru zaman olduğuna karar verdi. Hürmüz’ü geçip Umman kıyılarına ulaşan Seydi Ali Reis ve donanması burada 25 parçadan mürekkep Portekiz donanması ile 10 Ağustos günü çarpıştı. Bu ilk deniz çarpışması Seydi Ali Reis’in stratejik açıdan galebe çalmasıyla sonuçlandıysa da üslerine yakın olan Portekiz donanmasının destek güçlerle kuvvetlenmiş bir şekilde tekrar zuhur etmesi geç olmayacaktı.

Bu sefer otuz dört parçadan oluşan Portekiz donanması ile karşılaşan Seydi Ali Reis ve kumandasındaki Osmanlı donanması, Portekiz gemilerinin taarruzuna ve okyanusun dalgalarına toplamda altı gemi kaybederek geri kalan dokuz gemi ile bölgeden kendilerini kurtarmaya muvaffak oldular. Okyanusun fırtınaları donanmanın istikametini değiştirince, donanma Gucerat bölgesine doğru ilerlemeye başlamıştır.

Fırtınalı sularda güç bela Gucerat’a ulaşmayı başaran donanmanın üç gemisi de bu bölgede karaya oturdu.

İstikametinden çok uzaklara sürüklenen donanmanın mücadelesi burada da bitmedi. Kendilerini takip eden Portekiz gemileriyle bir müddet de burada mücadele edildi. Artık Osmanlı gemilerinin tamir edilebilecek düzeyde olmadığına kanaat getirildi. Bunlara ek olarak uzun süredir denizde olan mürettebatın büyük bir kısmı da yerel yöneticilerin hizmetine girmeyi tercih etmişti. Bu kısımda şunu da belirtmek gerekir ki; bu mürettebatın takındığı bu tutum şaşırtıcı değil, dönemin dünyasında gayet olağandır. Nitekim askerlerin müşkül durumlarda aynı bu şekilde başka bir devletin hizmetine girmeleri sık karşılanan bir olaydır.

Gemisiz kalan Seydi Ali Reis,26 Kasım 1554 gününden itibaren yanında az sayıda sadık adamıyla birlikte kara yolu üzerinden İstanbul’a doğru yola çıktı. Bu ilginç yolculuğunda yeri geldi yöneticilik teklifi aldı, diğer sultanlar tarafından göreve alınmak istendi; yeri geldi hiçbir alakasının bulunmadığı iki ülkenin mücadelesine müdahil olmak zorunda kaldı, bir müddet yolundan alıkonuldu. Neticede Kasım 1554’de Kuzeybatı Hindistan’dan başladığı yolculuğunu Mayıs 1557’de İstanbul’a ulaşarak sonlandırmaya vakıf oldu. Seydi Ali Reis, Mir’atü’l-memâlik adlı eserinde Hind Kapudanlığı’na tayininden itibaren tüm yolculuğunu yazıya geçirmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar ve İleri Okumalar

Özbaran, Salih. “Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan Yolu.” Tarih Dergisi 31 (1977): 65-146.
Orhonlu, Cengiz. “16. Asrın İlk Yarısında Kızıldeniz Sahillerinde Osmanlılar.” Tarih Dergisi 12.16 (1961): 1-24.
Orhonlu, Cengiz. “Osmanlıların Habeşistan Siyaseti 1554-1560.” Tarih Dergisi15.20 (1965): 39-54.
Özbaran, Salih. “16. Yüzyılda Basra Körfezi Sahillerinde Osmanlılar: Basra Beylerbeyliğinin Kuruluşu.” Tarih Dergisi 25 (1971): 51-72.
Önalp, Ertuğrul. “Hadım Süleyman Paşa’nın 1538 yılındaki Hindistan Seferi: Suleiman Pasha the Eunuch’s expedition to India in 1538.” Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM 23.23 (2008): 195-239.
Hanilçe, Murat. “Coğrafi Keşiflerin Nedenlerine Yeniden Bakmak.” Tarih Okulu Dergisi 2010.VII (2010).
Özbaran, Salih. Umman’da Kapışan İmparatorluklar Osmanlı ve Portekiz, İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 2013


İçeriğimizi beğendiniz mi? Çalışmalarımızı geliştirmemize katkıda bulunmak istiyorsanız bağışçımız olabilirsiniz.